Eskilerden bir gün, gene böyle deli sıcakların olduğu, aylardır yağmurun damlasının düşmediği bir gündü. Hava yapış yapış, gökyüzü alabildiğine yüksek ve parlaktı.
Bakırköy Yayla’da yeni bir Karadeniz Lokantası açılmış çok güzel lahanan sarması yapıyorlarmış diye duymuş, gidip tatmaya karar vermiştik. Lokantanın önü müsait olmadığı için yolun karşısına park edip dükkâna girdik. Önümüzü kesen garson “içerisi çok sıcak” diyerek bizi kapı önüne attıkları masaya yönlendirmek istedi. “Yok yok, içerde oturalım, on dakikaya yağmur yağacak” dedim. “Ne yağmuru be abla” diye dışarda oturtmaya ısrar etti. Ben dinlemeyip içeri yönelince de kendin kaşındın havasıyla razı oldu. Daha siparişlerimizi bile getirmemişti ki gök patladı.
Garson koşarak yanıma geldi ve heyecanla “bu güneşli havada yağmur yağacağını nasıl bildin?” diye sordu. “Yoo, bilmedim ki” dedim. “Bildin bildin, bana on dakikaya yağacak dedin, onuncu dakikada yağdı” diye kendi kendine tanıklık etti. En lakayt suratımı takınarak: “Yok bilmedim. Sadece çok bunalmıştım yağdırdım” dedim. Garsonun bana nasıl baktığını size anlatamam. Toy delikanlının bu hikâyeyi başkalarına nasıl anlattığını ise duymak isterdim.
İşin perde arkasında yatan benim o sıralar meteoroloji dersi almamdı. Hafta sonları dağ yürüyüşleri yapmaya başladığımız için en önemli eksiğimizin meteorolojik bilgi olduğunu fark etmiş, İTÜ’nün genç ve dinamik bir hocasından birkaç saatlik ders almıştık. Gökyüzüne bakmayı hep severdim ama asıl o derslerden öğrenmiştim. Arabamızı yolun karşısına bıraktığımız için caddeyi geçtiğimiz kısacık sürede yukarıya da bakmış, karşıdaki yağmur bulutunu görmüş, o bulutun bu yana geleceğini ve suyunu salmadan geçip gitmeyeceğini de yeni öğrendiğim birkaç küçük ipucu sayesinde bilmiştim. Sonrası heyecanlı delikanlıya bir şaka yapmaktı. Ancak o beni ciddiye aldı. Ona buna, “bugün dükkâna bir ermiş geldi, aylardır yağmayan yağmuru yağdırdı” deme ihtimali bile var. Bu saçma yoruma ister inanın ister inanmayın ama delikanlının suratında benim okuduğum bakış oydu. Neyse canım öyle dememiştir elbette, eksik etek (!) olanın ereni mi olurmuş. Erkek olsam, hele sarıklı cübbeli olsam neyse…
Daha da eskilerden bir gün, Amerika’nın çöllerinde bir film çekilmekteymiş. Film ekibi sahra koşullarında yaşarken, bir bölge yerlisinin hava durumunu hatasız bildiğini öğrenmiş. Bu Kızılderiliyle dostluğu ilerletmişler, ertesi günün hava durumunu her akşam ona danışır olmuşlar. Malum açık havada set kurmak dünya para. O yağacak derse seti kurmuyor, böylece zarardan kar ediyorlarmış. Bu böyle epeyce bir sürmüş. Bir akşam gene adama ertesi günün havasını sormuş ama cevap alamamışlar. Niye cevaplamadığını da anlamamışlar. Bir sonraki gün sormuşlar, gene cevap vermeyince kendi aralarında durumu müzakere etmişler. Sonunda adamın yardımlarının karşılığını istediğini düşünmüşler. Ne kadar isterse ödeyelim, yeter ki filmi zamanında bitirebilelim, diye karar vermişler. Akşam olup kampa döndüklerinde konuyu açmışlar. “Bunca zamandır sen bize iyilik ettin, şimdi de biz de sana bir iyilik yapmak istiyoruz, söyle bizden ne istersin, demişler. Bir yandan da “çok para istemese de bütçeyi deldirmesek” diye kaygılanıyorlarmış. “Radyom bozuldu, bana yeni bir radyo alın” demiş yerli. “Siz hava durumu soruyorsunuz, ben radyo dinleyemediğim için cevap veremeyip mahcup oluyorum” diye eklemiş…
Bu kadar eskilerden değil epeyce yenilerden bir gün, bir şehrin reisi hacı hoca kimi bulduysa toplamış, hep beraber en yakın dağın tepesine çıkmış, yağmur duasına durmuştu. Öyle ya meteorologlar ne bilirdi yağmurun yağıp yağmayacağını. Allah isterse yağdırır, istemezse kullarının günahlarına saydırırdı. Kulların günahları da ormanları katletmekle alakalı değil, hoca takımına az yüz vermekle alakalıydı. O yüzden dine-imana yani hacıya-hocaya yüz dönülmemeliydi ki Allah da yağmur yağdırsın. İşte konu tam olarak bu minvalde seyrederken, birden ne olduysa olmuş, bir arı kolonisi duacılara toptan saldırıya geçmişti. Hacıydı hocaydı, ermişiydi nurcusuydu dememiş, yüzü gözü, yakarmaya uzanan eli, Allah bilir başka nereleri, her bir yerleri şişlemişlerdi. Bu şişlenmiş dua merasimi gazetelere haber olduğunda, Aziz Nesin çoktan ölmüştü. O yüzden bu şapşahane konuyu o yazamadı da benim gibi bir acemi yazar böyle mundar etti işte…
Şimdi bu hava durumu hikâyeleri neden çıktı diye sormayın. Sarı sıcaklar bastı. Kara yangınlar başladı. Ben dünyanın öte ucuna taşındım. Eee, Şeyh öldü, tövbeler de silindi. Şimdi yağmurları kim yağdıracak siz asıl onu sorun.
Ağaçları kucaklayanlara saygılarımla…