“Uygarlıklar beşiği ve kavimler kapısı” denilen kadim Anadolu topraklarında bin yıldır yaşayan bir ulusuz.
Sağlam temeller üzerine kurulmuş devlet sistemiyle, toprak rejimiyle, mimarisi ve daha birçok alanda Osmanlı Devleti’ni ciddi şekilde etkilemiş olan yüksek bir uygarlık olarak Selçuklular ve sonrasında Osmanlı Devleti.
Osmanlı Devleti’nin daha kuruluş aşamasında, padişahın ve devletin güvenliği ve bekasının her durumda sağlanabilmesi için, çok akıllıca kararlarla İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinin hükümdarın Tanrı’dan kut almış sayılması ve Tanrı adına yönetiyor olması, kutsal töreye aykırı hareket etmedikçe ölene kadar görevini sürdürmesi ve devlet işlerinde bilgili ve tecrübeli kişilere danışıldığı (Danışma Meclisi) gibi uygulamaları sürdürmesi geleneği vardı.
İslam dininin devlet işlerinin ve kamu çıkarının daima önde gelmesi ilkesi (Maslaha), devlet işlerinde istişare edilmesi ilkesi (Divan ya da Şura), yöneticinin dine, devlete ve ülkeye yani din-ü devlete zarar verecek şekilde davranmadıkça görevini sürdürmesi, aksi halde görevden alınabilmesi ve zaruretin bazı günahları mübah kılması gibi temel ilkelerini alarak son derece başarılı bir şekilde harmanlamış, uzun ve başarılı bir sistemin temel taşları haline getirmiştir.
Osmanlı Devleti hızla genişleyip imparatorluk aşamasına geldiğinde idaresi altındaki milletlere Halil İnalcık ‘ın “İstimalet uygulaması” dediği; etnik ve dini açılardan tebaasına karşı hoşgörülü olma, tebaa hukukuna uygun davranıldığı, vergi verildiği ve isyan edilmediği sürece, o toplumun inancına ve yaşam biçimine saygılı olunması prensibini, çok başarılı bir şekilde uzun süre uygulamıştır. Bu şekilde asırlarca güçlü bir şekilde devam etmiş olan imparatorluk sistemi, kabaca 1600’lü yıllardan itibaren birçok açıdan bozulmaya ve güç kaybetmeye başlamıştır. Bu durum Osmanlı Devleti’nin uzun süre önce karşılaştığı Batı dünyasının, özellikle ekonomik ve dolayısıyla da siyasal açılardan hızla güçlenmesi sürecine paralel olarak yaşanmıştır.
Hiçbir zaman katı bir İslam devleti olmayan ve şerinin, geleneklerin ve örfi hukukun da bulunduğu ve özellikle devletin menfaati ve bekası söz konusu olduğunda çoğu zaman örfün önde geldiği bir devlet olan Osman Devleti‘nin yöneticileri, uzun süre bu kötü gidişin belli düzeltmelerle ve önceki uygulamalara geri dönülmesiyle tersine çevrilebileceğini düşünmüşlerdi. Ancak özellikle 1800’lü yılların başlarından itibaren artık dönüşün mümkün olmadığını görmüş ve devletin ıslah edilerek yaşatılabilmesi için, toprak kayıplarına neden olan askerlik alanı başta gelmek üzere, bir dizi reform yapılmasına karar vermişlerdir.
Yazımızın başlığıyla bağlantı noktasını oluşturan söz konusu karar, imparatorluğun yaşatılabilmesi amacının yanında, çok temel ve stratejik bir karar olarak, ülkenin geleceği için bir yön tayinidir ki, bu da kısaca Batılılaşma denen süreci ifade eder.
Bu tarihlerden başlayıp imparatorluğun yıkılmasına kadar, neredeyse aralıksız devam etmiş olan bu reform ve Batılılaşma süreci, ordudan eğitim alanına, sonrasında kılık kıyafete kadar sosyal yaşamın birçok boyutunda gözlemlenen bu süreç, ağırlıklı olarak devleti, devlet katında bulunan yönetici seçkinleri ve özellikle başkentte yaşayan belli bir zümreyi etkilemiş ve dönüştürmüştür.
Öte yandan, halk bu sürecin genellikle dışında kalmış, seyretmekle yetinmiş, kimi değişikliklerin kendisine zorla empoze edildiği noktada da pasif bir direniş göstermiş, kimi zamanda tepkisini aktif bir şekilde dışa vurmuştur. Tanzimat Devri’nin ünlü sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa’nın, Bab-ı Ali’de yeni yapılan Arnavut kaldırımlı modern sokağı beğenen bir sefire, “Bize atılan taşlarla yaptık” deyişindeki ironi, bu durumu güzel ifade etmektedir.
Sırasıyla III. Selim dönemi, II. Mahmut devri, Tanzimat dönemi ve sonrasında ilk anayasa sayılan Kanun-i Esasi’nin ilan edildiği 1. Meşrutiyet, arkasından 2. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki iktidarı dönemlerinde, değişik yoğunluklarda sürdürülen reform ve Batılılaşma çabaları toplumsal taleplerle değil bilakis yukarıdan aşağıya uygulanan politikalarla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Bu çerçevede İttihat ve Terakki’nin düşündüğü, tartıştığı yeni alfabe gibi, çıkarılan ünlü Aile Kararnamesi gibi çoğunlukla başarılı olamayan ya da uygulanamayan bu projeler, Cumhuriyet Türkiye’sinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış olmasının sağladığı büyük saygınlık ve eşsiz lider karizması ve cesaretle, yoğunluğunu arttırarak sürdürdüğü ve o dönem için büyük ölçüde başarılı olan birçok reform adımlarının bazılarının altyapı çalışmaları dediğimiz gibi önceki dönemlerde başlatılmıştır. Bu itibarla Cumhuriyet Devrimleri genel olarak bir kopuşu değil aslında bir sürekliliği ifade etmektedir.
Bugün toplumumuzun geldiği noktada, yaklaşık iki yüz yıldır sürdürülen bu çabaları ve değişiklikleri benimsemiş, içselleştirmiş ve yaşam biçimine dönüştürmüş olan büyük bir kitle var.
Onların yanında, özellikle bu reformların halktan gelen taleplerle değil, yönetici seçkinlerin inisiyatifleriyle ve yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmeye çalışılmasından dolayı, toplumumuzun önemli bir kesimi de, bu yenilikleri benimsemiş gözükse ve çoğu zaman açıkça karşı çıkmasa da aslında benimsememişler ve muhafazakar bir bakışla geleneksel değerlere ve yaşam biçimine dönülmesinin en sağlıklı yol olduğunu düşünmektedir.
Yani bütün bu süreç sonunda, ne Doğulu kültür içerisinde kalmış ne de tam olarak modernleşip Batılılaşabilmiş bir toplum olarak arada kalmış, bölünmüş ve geleceğiyle ilgili büyük bir kafa karışıklığı ve kararsızlık yaşayan bir toplum manzarası vardır bugün karşımızda.
O halde geleceğimiz için çok önemli olan biz duygusunun gelişmesine ket vuran, toplumsal uzlaşmayı ve ortak akıl çerçevesinde hareket etmemizi zorlaştıran, siyasal açıdan istikrarlı, ekonomik ve sosyal açılardan rahat olan bir toplum olmamızı, sürdürülebilir bir kalkınma ve gelişme dinamiği oluşturmamızı güçleştiren, gelecekte büyük ve güçlü bir ülke olma vizyonunu ortaya koymamızı zorlaştıran bu kararsızlık karşısında ne yapacağız?
Asırlara dayanan devlet ve toplum geçmişimizin deneyimlerini, modernleşme çabalarının ve Cumhuriyetin yeniliklerinin kazanımlarını, toplumumuzun bütün etnik ve dini unsurlarının, birçok sorunumuza rağmen bir arada yaşamamızı sağlayan engin ferasetini ve hoş görüsünü kullanarak, farklılıklara saygının esas olduğu, çoğulcu, çağdaş, demokratik ve ülkemizin her bir bireyinin sahiplenebileceği ve benim diyebileceği bir ülke ve gelecek vizyonu oluşturmaya çalışmak, hızla değişen dünyada onurlu bir ülke ve toplum olarak var olabilmemizin temel şartı gibi gözükmektedir.