Karanlıkta yolunu arayanlar!-Deniz Zeyrek (Nefes)
“Türkiye siyaseti karanlık bir labirentte çıkış yolunu arayan insanlara benziyor artık.
* Karanlık koridordaki ilk aktör iktidar ittifakı (AK Parti ve MHP).
– Çözmesi gereken ilk büyük sorun: Ekonomi.
Yeni kaynak yaratılmadıkça mevcut krizden çıkmak zor. Hatta ekonomik krizden çıkılamadığı gibi, kriz daha da derinleşeceğinden işler daha kötüye gidebilir.
– Çözmesi gereken ikinci büyük sorun: Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı süresini uzatmak:
Erdoğan’ın koltuğu koruyabilmesinin iki yolu var.
1- Anayasa değişikliği: Bunu ancak DEM Parti’nin desteğiyle yapabilir. DEM Parti’yle flört had safhada. Bununla da yetinmeyip terör örgütüyle ikinci defa diyalog süreci yürütülüyor. Sürecin sonucunda başarısızlık riski var. Birinci başarısızlığın bedeli ülkeye ağır olmuştu. Ancak iktidar oradan da mağduriyet çıkararak iktidar olmayı başarmıştı. Yeni bir başarısızlık bu defa siyaseten de büyük hasar verebilir. Zaten tabanda PKK’yla ve DEM Parti’yle bu kadar içli dışlı olmalarına dair büyük bir tepki var.
2- Seçimlerin yenilenmesi: Burada da DEM Parti’ye mahkûm. DEM Parti’nin desteği olmadan kendi istediği tarihte seçimlerin yenilenmesini sağlaması imkânsız. Ya CHP’nin istediği tarihte erken seçim yapacak ya da kendi istediği tarihi bekleyip riske girecek. İşin sonunda seçimlerin zamanında yapılması ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olamaması riski var.”
Sosyalist Enternasyonal ve kültürel hegemonya-Turgay Yerlikaya (Yeni Şafak)
“Türkiye’de sosyalist enternasyonal üzerinden gündeme gelen konular içerikten ziyade güncel politik hadiselere indirgenmektedir. Öyle olmasaydı toplantıda ana temalar olarak öne çıkan Batı’daki aşırı sağ ve popülist trend ile neo-liberal ekonomi politikalarına ilişkin sorunlar daha fazla tartışılırdı. Bir bütün olarak, İstanbul merkezli toplantı üzerinden yapılan tartışmalara bakıldığında, enternasyonalin dünyadaki ana akım siyasete etki edebilecek vizyon ve politik etkiden uzak olduğu ve bunda da büyük ölçüde bu kurumsallık içinde yer alan aktörlerin payı olduğu görülmektedir.
Sol ve sosyalist aktörlerin kendi içlerinde enternasyonalin fonksiyonuna dair yaptığı eleştiriler bir kenara örgütün yeni dünyadaki rolü ve CHP’nin bu roldeki etkisi de oldukça muğlak. Söz konusu örgütün bir bileşeni olan CHP’nin bu yapıya ideolojik ve düşünsel anlamda ne kattığı ya da bu yapının ideolojik formasyonuyla ne denli örtüşüp örtüşmediği üzerine düşünmek gerekiyor. Öyle ki CHP Türkiye’de ilerleme ya da sol üzerinden değil statüko ve direnç üzerinden ele alınan bir kurumsal kültür üretti ve siyasetini buna göre programladı.
Toplantı üzerinden en fazla gündem olan meselelerden birisi de kültür politikalarına dair düşüncelerdi. Özellikle kültür ve hegemonya ilişkisine dair yapılan değerlendirmeler, sol ve sağ arasında var olduğu iddia edilen kalın çizgiler üzerinden ele alınmış ve oldukça özcü bir açıklama modeliyle, solun kültürel hegemonyasının sarsılmaz olduğu iddia edilmiştir. Kültürel hegemonya tartışmasını Türkiye’ye teşmil ettiğimizde, şu soruyu sormak anlamlı hale geliyor. Gerçekten de sol Türkiye’deki kültürel vasatta hegemon mudur?”
Konstantiniyye’nin fethi ve Konstantinopolis’in işgali-Mine Söğüt (T24)
“Fetihle işgal arasındaki bağı eğer mağdur ile fail üzerinden okuyacak kadar kendinize adil olabilirseniz 1453’te İstanbul’da yaşananın fetih mi işgal mi olduğunu hiç tartışmazsınız bile.
Yaşanan düpedüz işgaldir.
Ama olaylardan biraz daha uzaklaşıp bu şehrin daha önce kaç kere ve kimler tarafından feth ve haliyle aynı zamanda da işgal edildiğine bakmaya kalkarsanız o sonuca da varamazsınız.
Çünkü yeryüzündeki tüm devletler işgaller ve fetihler sarmalında kurulup yıkılmıştır. Tüm soylar devamlı birbirini kırmıştır. Şu anda yeryüzünde yaşayan tüm halklar kılıç artığıdır.
Bu karmaşada kimin haklı kimin haksız, kimin iyi kimin kötü olduğuna bakılmaz. Tarih sadece sonuçları yazar ve her halk o sonuçlardan kendisine duruma göre ya bir başarı ya da bir haksızlık yontar.
Bugün fethini kutladığımız ve işgalini yok saydığımız İstanbul’un tarihine hızlıca bir göz atalım.
Şehrin atası, milattan önce 667 yılında Yunanistan’dan gelen Megaralı kolonistlerin bugünkü tarihi yarımadanın doğusunda Byzantion adıyla kurdukları bir şehir devlet.
Byzantion milattan önce 196’da Romalılar tarafından feth/işgal edildi ve Konstantinopolis adını aldı. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra zamanla adı Bizans İmparatorluğu’na dönüşecek olan Doğu Roma’nın başkenti oldu.”
Her darbe aynı değil-Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)
“Her 27 Mayıs kaçınılmaz olarak, aklıma, liberallerin, “Darbecilere karşı demokrasiyi savunuyoruz”, “Yetmez ama evet” yaygarasıyla muhalefeti paralize ederek süreç olarak faşizmi desteklemeleri geliyor. Artık onlar yok; bu kez rejim, kendisine bir gün gidici olduğunu anımsatan herkesi darbecilikle suçlamaya çalışıyor.
Salı günü Alev Coşkun’un anımsattığı gibi “1960-1980 tarihleri arasında ülkemizde üç askeri darbe oldu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Kimi yazarlar tüm bu askeri hareketleri bir torbanın içine koyarlar ve hepsinin lanetlenmesi gerektiğini belirtirler.” Halbuki, hukukçu Ozan O. Varol’un, “Demokratik Darbe” (Harvard International Law Journal / Vol. 53/2 201) başlıklı çalışmasında sergilendiği gibi “darbe-demokrasi” ikilemi, göründüğünden çok daha karmaşıktır.
Örneğin, Nicos Poulanzas’ın işaret ettiği gibi darbeler, genellikle hegemonya krizlerinin içinde şekillenir. Bu tür krizler, kapitalizmin yeniden üretimini tehlikeye atar, tehlike toplumsal muhalefetin (sınıf mücadelesinin) yükseldiği dönemlerde daha da büyür. “Darbeler” öncelikle, kapitalizmin istikrarını sağlamak için gündeme gelirler, demokrasi kurmak için değil; her zaman bir şiddet öğesi içerirler; gelişmelerinin olası yönü önceden kestirilemez, onu kapitalizmin gereksinimleri, sınıflar arası dengeler belirler.”
Şahlanıyoruz sloganını Yeni Şafak bitirdi-İbrahim Kahveci (Karar)
“Kaş yapayım derken göz çıkartmak tam da böyle bir şey… Ucuz kredi almak için manşet yaparken bir de bakmışsın tüm gerçeklerle yüzleşiyorsun.
Hakkını teslim edelim: “Ekonomide Rasyonel Çöküş” güzel başlıktı. “Ekonomide Ortodoks Depremi” de yaratıcıydı.
“Üretim düştü sanayi duruyor” önemli bir tespit. Lakin eksik…
Sanayide üretim ne zaman durdu? Endekse bakınca hemen anlıyorsunuz: Erdoğan’ın “Nass… Ekonomi Modeli” başladığında sanayi üretimi adeta stop etti.
Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış sanayi üretim endeksi Ağustos 2021’de 103,0 seviyesindeydi. Ekim 2024’de ise 103,9 seviyesinde seyrediyordu. Toplam 3 yılda sanayi üretim artışı sadece ve sadece yüzde 0,8 olmuş…
Nass başladı sanayinin çarkları durdu. Yeni Şafak bunu es geçmiş.
Peki, sanayi üretimi neyden etkilenerek zayıflıyor?
1-) Nass döneminde fiyatlandırma sorunu vardı. Yüksek enflasyon ve belirsizlik üretim süreçlerini olumsuz etkiledi.
2-) Şimdi de yüksek reel faiz olumsuz etkiliyor.
İyi ama yüksek faiz neden oluştu? Bakın buna cevap yok…”
Küçük dev adam Haslet-Nazım Alpman (BirGün)
“Mayıs’ın son haftası “İlhan Şeşen’i kaybettik” haberiyle başladı. Onu (bir gün sonra) 27 Mayıs 2025 Salı günü önce Caddebostan Kültür Merkezinden sonra da Karacaahmet Şakirin Camii’nden sonsuzluğa uğurladık. Çok yakın arkadaşı büyük müzisyen Vedat Sakman cenaze sonrası, Milliyet’ten Ercan Akyol, Cumhuriyet’ten Kamil Masaracı ve eski Cumhuriyet Arşiv Sorumlusu Nuri Malkoçoğlu, müzisyen-mimar Koray Hatipoğlu ve beni Kadıköy’de bir masanın etrafında topladı. İlhan Şeşen’li anılar eşliğinde efkar dağıtıyorduk ki, yeni bir “kara haber” geldi:
-Haslet Soyöz’ü kaybettik!..
Haslet ile 1975 yılında tanıştığımda Karikatürcüler Derneği Genel Sekreteriydi. Benim üyelik formumu o imzalamıştı. Sonra Milliyet’te birlikte çalışma yıllarımız başladı. Haslet 1970 Kuşağının en önemli karikatürcülerinden bir olmayı erken yaşlarda başarmıştı. Türkiye’nin en büyük çizeri olarak kabul edilen Turhan Selçuk ile Milliyet’te aynı odayı paylaşıyordu. Yan odada ise Milliyet’in efsane karikatürcüsü Bedri Koraman vardı. En çok ziyaret ettiği kişiyse yine bir meslek büyüğü olan Altan Erbulak’tı. O odayı Altan Abiyle paylaşanlardan biri de bendim. Haslet’in bütün dertlerine, sevinçlerine, kızgınlıklarına ortak oluyordum. Böylece “kanka” haline gelmiştik.
1993 yılında Milliyet’in Bağcılar’daki yeni binasına geçince aynı katta bulunan Hasan Pulur’un çevresinde daha da yakınlaştık. Hasan Abinin kışkırtıcı şakalarının da katkısıyla sık sık “kavga” eder sonra barışırdık. Bazen birlikte katıldığımız bir etkinlik ya da geziden Hasan Pulur’a telefon açardı:
-Abi, Nazım’la henüz kavga etmedik!“
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: