Bir süre önce, “Felsefe Sana Ne Yaptı?” başlığı altında bir söyleşi dizisine başladım…
İyi, hoş ama neden felsefe? Şöyle türlü çeşit “koç”larla sonsuza dek sürecek mutlu ilişki sırları, hep genç ve güzel kalmayı sağlayacak diyet ve egzersiz önerileri, kusursuz bir cilt için sihirli makyaj malzemeleri, hileleri üzerine konuşmak, böylece çok çok okunup, “tıklanma” rekorları kırmak, sayısız takipçi kazanmak varken neden felsefe? E tabii hiç akıl kârı değil bu devirde: adeta saflık (aptallık yani)! Öyle sayılabilir ama “delilik” desek daha doğru. Kimi zaman harekete geçmek için bir tutam deliliğe ihtiyaç vardır belki de; kuyuya taş atacak bir deli gereklidir. Hatta “aklı başındalık” (phronesis) eser miktarda bir delilikle el ele yürüyordur, kim bilir. Felsefeciler bu konuya da bir açıklık getirecektir muhakkak, şimdi meselemiz bu değil.
Don Kişot’tan insanlığa miras kalan “deli cesareti”
İşte böyle bir delilikle, yel değirmenlerine karşı savaşa girişmiş oldum. Ne var ki saflıklarım karşısında beni uyaran, gerçekleri söyleyen, dev sandığım şeylerin yel değirmeni olduğunu dillendiren, bana yoldaşlık eden bir “Sancho Panza”m yoktu benim. Olsaydı, “Felsefe de nedir: çok cazip, çok ilgi çekecek, çok okunacak onca konu varken! Deli misin sen?” diye söylenir, uyarır, uyandırırdı beni. Hal böyle olunca, felsefeden dem vuran bir söyleşi dizisine, haber mecrasında yer verecek bir “deli” bulmak da zorlu bir savaş gerektiriyordu.
Ve bu savaşa hazırdım: Her yanı pas tutmuş şövalye zırhımı kuşandım (olacak iş değil, başımıza taş yağacak: bir kadın şövalye!) ve çoktan hazır ettiğim dört söyleşi örneğiyle birlikte tek tek kapıları çalmaya başladım. Bu zorlu savaşta tek başınaydım: ne “Sancho Panza”m ne de “Rocinante”m vardı. Sahip olduğum tek şey Don Kişot’tan insanlığa miras kalan “deli cesareti”ydi. Az sayıda da olsa bu cesarete sahip “deliler” vardı mutlaka bir yerlerde, bulacaktım onlardan birini. Ama kolay olmayacağını biliyordum ve öyle de oldu. Ama ne ki yaptığım iş takdir edilerek, nazik bir şekilde kapılar yüzüme kapandı. Söyleşi örneklerini okumuşlardı, ne kadar değerli ve güzel bir iş çıkarmıştım ama böyle felsefe konulu yazı-söyleşi dizileri pek okunmuyor, tıklanma rekorları kırmıyordu, o nedenle yayınlayamıyorlardı. Olsundu. Elbet vardı bir gözü kara, bulacaktım onu.

Onuncu köyü bulmak için yola koyuldum
Dokuz köy gezdim, dokuzundan da kovuldum. Kırk kapı çaldım, kırkı da kapı duvar. Yılmadım, onuncu köyü bulmak için yola koyuldum. Ve şövalye ruhlu gazeteci Cenk Başlamış, Medya Günlüğü’nün kapısını sonuna kadar açtı bana ve felsefeye. Derken kimilerini çok şaşırtacak bir şey oldu: Kâr amacı taşımayan, reklam almayan, bağımsız medya eleştiri ve fikir sitesi Medya Günlüğü’nde, 2024 yılı boyunca tıklanma sayısına göre en çok okunan yazılar arasında, “Felsefe Sana Ne Yaptı?” söyleşi dizisinin ilk konuğu Sedef Karakaş ile yaptığım, “Felsefe adındaki kraliçe” başlıklı söyleşi birinci sıradaydı. Her hafta cuma günü bir söyleşi yayına giriyor ve hemen her ay bu söyleşilerden biri “en çok okunanlar” listesinde kendine yer buluyordu. Evet, inanılmaz ama gerçek: Felsefe ile ilgili bir söyleşi dizisi çokça okunuyordu. Ben “şok”☺ Kırışıklıklara son verecek bir iksirin formülünü açığa çıkarmamış, ölümsüzlüğün sırrını kamuya ilan etmemiştik sonuçta. Kuşkusuz haber değeri vardı bu durumun ve laf aramızda, ben şu an haber atlatıyorum☺
İşte “flash” haber: “Ne yazdığından çok nasıl yazdığın önemli”
Peki, neden bu kadar çok rağbet görmüştü acaba bu felsefe söyleşileri? Tabii ki bu soruyu Cenk Bey’e sormadan edemedim ve söyleşilerin okunma oranının çokluğuyla ilgili şöyle dedi:
“Medya Günlüğü’nün misyonlarından biri de, gazeteci olsun olmasın herhangi bir konuda söyleyecek sözü bulunan ama dile getirebileceği mecraya ulaşamayanlara bir pencere açabilmek. Bu, yayınlanan yazıların içeriğinden daha önemli bir konu. Asıl önemlisi, iç politikadan tarihe, futboldan yogaya, dış politikadan felsefeye düşünen ve düşündüklerini yazıya dökmek isteyenlere bu olanağı verebilmek. Bu anlamda bir yazının beş-on kere ya da binlerce kez okunması arasında bir öncelik farkı yok. Felsefe genel olarak toplumun uzak durduğu, dolayısıyla az okunan bir konu. Daha doğrusu biz de bunun böyle olduğunu sanıyorduk. 2024 yılında en çok okunan yazıları belirlemek için arşiv taraması yaparken binlerce haber ve yazı arasında ‘Felsefe adındaki kraliçe’ başlıklı söyleşinin birinci sırada yer alması bizim için de büyük sürpriz oldu. Bu durum iki gerçeği kanıtlıyor: Birincisi, felsefe de okurun ilgisini çekebiliyormuş. İkincisi, ne yazdığından çok nasıl yazdığın önemlidir.”
Evet, ne yazdığımızdan, ne söylediğimizden çok daha önemli bir şey var: nasıl yazdığımız, nasıl söylediğimiz. Cenk Bey’in tespiti-teşhisi çok yerinde. “Felsefe” ya da daha kapsayıcı bir ifadeyle “akademik dil” zor anlaşılır, hatta çoğu zaman anlaşılmayan, karışık bir dil olmamalı. Felsefe ancak o zaman toplumun uzağına düşmekten kurtulur, felsefenin yaşamdaki yeri biraz daha açık-seçik görülebilir çünkü. Tam da burada Takiyettin Mengüşoğlu’ya kulak vermekte fayda var: “Bir şeyin felsefi ya da bilimsel olması için ‘karışık’ ya da ‘zor anlaşılır’ olması gerektiği düşüncesi bir an önce terk edilmesi gereken bir ön yargıdır.”
Yıllar önce İoanna Kuçuradi’yle bir söyleşi yapmış ve felsefeden niçin korktuğumuzu sormuştum kendisine. Kuçuradi’nin cevabı, adeta hocası Mengüşoğlu’nun söylediklerini tasdik eder gibiydi:
“Felsefeden korkanlar var, felsefeyi ‘talep edenler’ de var. Kim korkar felsefeden? Kimileri onu çok ‘zor’ gördükleri için, kimileri de kişilerin gözlerini ‘açtığı’ için korkar. Platon’un mağara alegorisini bilirsiniz! Birincilerin korkularını aşabilmeleri, felsefî bilginin yaşamda ne işe yaradığını, onlara ulaşabilecek bir ‘dille’ anlatmakla olabiliyor. O zaman ey felsefeciler, ey akademisyenler, bu “zor anlaşılır” olma ön yargısından kurtulalım, o uygun dili bulalım lütfen☺ Bu konu önemli.
Gözü kapalı yaşamamak için felsefe
Felsefeye, felsefenin ışığına ihtiyacımız var. Çünkü tozu dumana katarak yokuş aşağı yuvarlandığımız şu gezegende, işimiz-mesleğimiz ne olursa olsun insan ve dünya problemlerini görmek, anlamak, çare aramak, işimizi-mesleğimizi insana yakışır bir şekilde yapabilmek için en çok ihtiyacımız olan şey felsefe, felsefi etik bilgi, değer bilgisi, doğru değerlendirme bilgisi, felsefi etik temellere dayalı insan hakları bilgisi. Ve dahası, ancak felsefi bilgiyle sahip olabileceğimiz: “gören gözler”. Descartes’a göre her insanın felsefeyle uğraşması gerekir çünkü ona göre doğru eylemlerde bulunabilmek ve “bu dünyada yaşamımızı yönlendirmek için felsefe öğrenmek, adımlarımıza yol göstermek için gözlerimizi kullanmaktan çok daha gereklidir”, “Açıkçası felsefesiz yaşamak, açmayı denemeden, gözü kapalı yaşamaktır”. Bu son cümle çok önemli. Çünkü felsefesiz yaşamak ve dolayısıyla gözü kapalı yaşamak insanı görmemek, haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği, insan hakları ihlallerini görmemek demek. İşte bunları görebilmek, insan haklarını koruyabilmek için en çok felsefeye ve felsefi etik eğitime ihtiyacımız var. Evet, evet yanlış yazmadım: felsefi etik eğitim. Çünkü Kuçuradi’nin de hep vurguladığı üzere, insan hakları hukuk değildir; dolayısıyla insan haklarının korunması sırf hukuki bir sorun değil, en başta etik ve siyasal bir sorundur ve felsefi etik eğitim, ekmek-su gibi olmazsa olmazdır. Hukukun insan haklarına dayalı olabilmesi de böyle bir eğitime bağlıdır.

Nedir bu felsefe?
Peki, iyi hoş da nedir bu felsefe, ne menem bir şeydir? Edebiyattan beslenen felsefeci-denemeci Ahmet İnam’a göre “Dünyaya çocukça bakmanın, bakabilenlerin bir ürünüdür.” Yine İnam’a göre felsefe “her şeyden önce bir bakış biçimidir gerçekliğe, düşüncelere. Bir tavırdır. Bir yaşam biçimidir. Bir duyuş, algılayış, kavrayış, düşünme tarzı. Bu tavır anlaşılmadan öğrenmeye çalıştığımız felsefe tarihinin, felsefe yanıtlarının bir anlamı olmaz.”
Bir diğer felsefeci-denemeci Nermi Uygur ise uzman olsun olmasın, herkesin birleştiği bir felsefe tanımı olmadığını belirtip olmasının da gerekmediğini düşündüğünü söyler ve şöyle devam eder:
“Bu çerçevede, bir tutamak olarak, felsefe: her şeyle uğraşan; günlük yaşamdan en ince bakımlı bilimlere dek sözü edilen her şeyi çepeçevre inceleyen; özellikle anlam, bilgi, değer geçerliği yönünden çözümleyen; tüm insan kültürünü, doğa, toplum, tarih alanlarında ortaya çıkan kavramları ve oluşturdukları başlıca akıl yürütmeleri araştıran dallı budaklı etkinliklerin tümüdür.”
Takiyettin Mengüşoğlu’nun şu iki kısa cümlesi ise İnam ve Uygur’un dile getirdiklerinin özeti gibidir adeta: “felsefi bilgi bütün alanlarla uğraşır; onun uğraşmadığı hiçbir varlık alanı yoktur.” Dolayısıyla gündelik hayattaki sorunlar, kişiler arasındaki sorunlar, doktorluk, hemşirelik, öğretmenlik, hâkimlik/avukatlık, gazetecilik, mühendislik, gardiyanlık, ayakkabı tamirciliği, terzilik, esnaflık vs. bütün meslek dallarındaki sorunlar, kısacası dünya üzerindeki hemen her sorun felsefenin konusudur ve insan haklarıyla ilgili etik sorunlardır.
Putları yıkmak için sağlam bir çekiç
Peki, felsefe, felsefî bilgi ne yapar, ne sağlar bize? Felsefî etik bilgi, insan hakları bilgisi, değer bilgisi, doğru değerlendirme bilgisi gazeteciyi ya da öğretmeni, doktoru, hâkimi, polisi, gardiyanı, ayakkabı tamircisini, terziyi vs.– herkes gibi olmaktan, sürünün silik koyunu olmaktan, sığlıktan kurtarır, verileni, dayatılanı değil, sümenaltı edileni, verilmeyeni, üstü örtüleni görecek göz kazanmasını sağlar. Çünkü felsefi bilgi, bize öğretilmiş, dayatılmış, hazır verilmiş olanlarla bir hesaplaşma, bir meydan okuma, bir başkaldırmadır adeta. Tutunduğumuz dalları bırakma, sığındığımız limanları terk etme çağrısıdır. Güvendiğimiz dağlara (ezberler, ön yargılar, ahlâkî değer yargıları, izm’ler) karlar yağdıran, derin uykulardan uyandıran, “kral çıplak!” diye bağırma cesareti veren bir bilgidir. Putları yıkmak için sağlam bir çekiçtir. Sivrilik yapmadan da söz söyleyebilmenin imkânıdır. İzm’lerin sıkışmışlığından, sığlığından, köşelerinden, gölgelerinden, tekinsizliğinden, tehlikelerinden, çitlerinden kurtulma ve kendi gözlerimizle bakabilme, kendi kulaklarımızla işitebilme, hakikatin o gözle görülemeyen mayasına erişme şansıdır.
Birbirimizin yüzünü görmek için felsefe
Felsefe, iç dünyasını, kendisini nasıl oluşturacağına, nasıl yaşayacağına, nasıl insan olacağına, nasıl özgür bir kişi olacağına, öğrenmeyi nasıl öğreneceğine dair paha biçilmez sırlar fısıldar insana. “Ben kimim?” sorusuna bir cevap-cevaplar aramaya çağırır bizi ve bir boy aynasında kendi kendimizle göz göze getirir. Dolayısıyla düşünmenin, soru sormanın, soruların peşinden koşmanın bayramıdır felsefe. Çünkü “neden?”, “niçin?” diye sormaya, yokluğumuzu varlığa çevirmeye başladığımız noktadır. Felsefi etik bilgi “görme”yi sağlar: ezberlerin, değer yargılarının, ideolojilerin görünmez kıldıklarını, etik sorunları açığa çıkarır, görünür hale getirir, o görünmezlik pelerinini ortadan kaldırır. Küçük Prens’in dediği gibi “gerçeğin mayası gözle görülmez” ama felsefi etik bilgi, değer bilgisi o mayaya ulaşmamızı, insanlaşmamızı ve birbirimizin yüzünü görmemizi sağlar.
Aristoteles’ten öğrendiğimiz üzere böyle bir olanağa, kapasiteye sahip varlıklarız çünkü, erdemleri edinebilmemiz, etik kişilik özelliklerine sahip olabilmemiz, insan olma yolunda adım atabilmemiz mümkün. Çünkü bir oluş varlığı olan insanın yapa yapa edinebileceği huylardır erdemler ve Nikomakhos’a Etik’te şöyle der Aristoteles:
“Onları edinebilecek bir doğal yapımız vardır, alışkanlıkla da onları tam olarak geliştiririz. Bunların olanaklarını daha önce taşıyoruz, daha sonra da etkinlikleri gerçekleştiriyoruz.”
Tıpkı gitar çala çala iyi bir gitarcı olmak, sürekli yaza yaza iyi bir yazar olmak gibi, erdemleri de yapa yapa ediniyoruz. “Kişi oluşan varlıktır: yani, henüz yoktur ama vardır (varlıktır); öyleyse varoluşu, her adımdaki yokluğunu varlığa çevirme uğraşısıdır” der Oruç Aruoba Yürüme adlı kitabında. İşte yokluğumuzu varlığa çevirme uğraşımızda, elimizden tutacak olan en önemli ve gerekli şey felsefi etik bilgi sanırım. Felsefenin bir dalı olarak etik, değer bilgisi, doğru değerlendirme bilgisi ve felsefi temellere dayalı insan hakları bilgisi, bizi usul usul kıyıya ulaştırma ihtimali yüksek, tutunabileceğimiz tek sağlam dal gibi görünüyor bana. Duvara yansıyan gölgelere kandığımız, örümcek ağlarıyla sarmalanmış, karanlık mağaralarımızdan çıkabilmek, bu sağlam dalı görebilmek, ona tutunabilmek, gören bir göz kazanabilmek için felsefeye, felsefenin ışığına, felsefece düşünmeye ihtiyacımız var en çok.
Edebiyat, gazetecilik, felsefe el ele…
Bu arada, şunun altını da kalınca çizmeliyim: Felsefi etik eğitimin, aslında çok küçük yaşlarda, ailede başlaması gerek. Ben bu konuda şanslıydım. Hayır, annem-babam Platon, Aristoteles, Kant vs. bilmiyordu, bana felsefe tarihi de anlatmadılar. Zaten bilmiyorlardı, nasıl anlatsınlar? Ama dürüsttüler, güvenilirdiler, adildiler: dürüstlüğün, güvenilir olmanın, adil olmanın, işini insana yakışır şekilde yapmanın ve hiçbir karşılık beklemeden böyle olmanın “iyi” bir şey olduğunu onlardan öğrenmiştim. “Etiğe Giriş” dersini onlardan almıştım adeta. Daha ne olsundu.
Ha bir de elinde küçük bir kitap kolisiyle eve gelen bir babanın kızıydım. Çok küçük yaşlardan bu yana elimden tutan, bana yol gösteren, beslendiğim en önemli kaynak hep “edebiyat” oldu ve 20 yıldır edebiyat gazeteciliği yapıyorum. Dolayısıyla gazeteciliğimin beslendiği kaynak da edebiyat oldu. Edebiyatta insanı gördüm, çünkü edebiyat insanlara insanı gösterendi. Gazeteci de insanı görmesi gereken. Sonra Maltepe Üniversitesindeki felsefi temellere dayalı insan hakları yüksek lisans eğitimim ve devam etmekte olduğum felsefe doktorası sırasında şunun farkına vardım: Edebiyatta duygu-düşünce dünyasıyla, yapıp etmeleriyle, çeşitli eylem olanaklarıyla karşımda dikilen insan, felsefede kavramsal olarak karşımdaydı. Üstelik felsefenin, felsefi etik bilginin ilgili olmadığı hiçbir alan olmadığı gibi, insan haklarının ilgili olmadığı hiçbir meslek de yoktu ve gazetecilik de bunlardan biriydi. Edebiyat, gazetecilik, felsefe, felsefi etik temellere dayalı insan hakları bilgisi, hepsi birbirini besleyen alanlar: edebiyat, gazeteciliği, felsefeyi ve insan hakları bilgisini; felsefe ve insan hakları bilgisi de edebiyatı ve gazeteciliği besliyor. Gazetecilik her ikisinden de besleniyor. Tam da bu nedenle bütün alanların, bütün mesleklerin felsefeyle el ele vermesinde ya da felsefeden el almasında fayda var. Edebiyat gibi eşsiz bir hazineyi de yanınıza alırsanız tadından yenmez zaten.
Şuraya küçük bir umut koyalım
O halde şuraya küçük bir umut resmi çizerek direnelim ve bitirelim, Ressam Bob’a selam olsun: İnsan, ancak felsefe bilgisiyle-felsefi bilgiyle, etik bilgisiyle baktığında, öncelikle kendisini, ardından da diğerlerini ve tür olarak insanı daha iyi tanıyabilir, en azından tanıma çabasına girişebilir, özgür bir kişi olabilir. Felsefe ile insan olma arasında sımsıkı bir bağ var çünkü. İşte “neden felsefe?” soruna bir cevap:
İnsanlaşma yolculuğuna çıkabilmek, o yolda bir adım atabilmek için felsefe...
Fotoğraflar: Kaya Yüksek
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: