Sözlerinde karamsar duygusallığı, umutsuz aşkları, günlük dertleri, hayattaki başarısızlıkları konu edinen “Arabesk” müzik türü TRT ekranlarında ve radyolarında yasaklıydı.
Sözlerinin yanı sıra müzikal altyapı olarak Arap müziğinin yoz bir uyarlaması olması sebebi ile eleştiriliyordu. Alt kültüre ait olduğu için hoyrat davranılsa da halkın her kesiminden kabul görmüştü. Çok dinleniliyor ve çıkan albümler rekor sayılarda satılıyordu. Bir yılbaşı gecesi Orhan Gencebay’ın ekrana çıkacağı haberi duyuldu, her kesimden insan onu konuşmaya başladı. 1979 yılbaşı gecesi büyük bir heyecanla onu bekledik ve gerçekten de çıktı ekranlara. Yakında kapanacak olan bir dönemin ilk habercisi gibiydi, Yanlış hatırlamıyorsam ertesi yıl ise Kibariye yılbaşı gecesinin assolist sanatçısıydı.
Fakat hâlâ bir sorun vardı: Sözler karamsar ve umutsuzluk aşılıyordu. Halk mutlu olmak zorundaydı. Zamanın Ankara Vali/Belediye Başkanı Nevzat Tandoğan’ın, “Bu memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” sözü gibi adeta “İnsanların mutlu olması gerekiyorsa onu da biz yaparız” diyen devletimiz bu işe soyundu. Kültür Bakanlığı sanatçı Hakkı Bulut’a bir sipariş vererek daha keyifli ve karamsar olmayan sözlerle bir şarkı yapılmasını istedi. Basında “Acısız Arabesk” ismi ile anılan Seven Kıskanır adlı parçayı hazırladı Hakkı Bulut. “Henüz üç yaşında bir kardeşim var/Seni ondan bile kıskanıyorum…” diye başlayan sözleriyle parça ekranlarda izlenir oldu. İnsanlar artık sevgilisini üç yaşındaki kardeşinden kıskanan bir adamın hikâyesini dinleyerek mutlu olabilirdi. Aradan yıllar geçti ve mutlu olmak sadece devletin ilgi alanına giren bir konu olmaktan çıktı, herkes herkesin mutluluğu ile ilgilenmeye başladı. Mutlu olmayanlar tabiri caizse insan içine çıkamaz hale geldi.
Wilhelm Schmid’in “Mutsuz Olmak” kitabının tanıtım yazısında şöyle bir paragraf var:
“İnsanların sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırıldığı bir çağda yaşıyoruz. Gazeteler, kitaplar, ilan panoları, reklam spotları mutluluk üzerine söylenebilecek her şeyi tüketmiş halde… Mutlu olmak bir görev, ödev gibi algılanır oldu ve bu algı, tek başına, kişiler üstünde önemli bir stres kaynağı haline geldi. Adeta mutluluk diktatörlüğünün tahakkümü altında yaşamaya başladık.”
Schmid mutluluğa gereğinden fazla anlam yüklendiğini söylüyor ve kitabında mutsuzluktan yana pozisyon alıyor.
Sosyal medyada özellikle insanlar neredeyse tamamen mutlu anılarını ya da mutlu olduklarını inandırabilecekleri görselleri paylaşıyor. Çevrelerinde sürekli “mutlu” insanları görenlerin iki alternatifi kalıyor: Ya onlar da mutlu görünecekler ya da “Ben neden mutsuzum” diye sorgulamaya başlayacaklar. Bu sonucunda depresyona kadar gidebilecek bir sürecin başlamasını tetikleyebilecek kadar etkili olabilir diye düşünüyorum. Türkiye’deki antidepresan kullanım oranları her yıl artmakta. Bunun yanı sıra “herkes mutlu olmalı” dayatması kendine bir “mutluluk sektörü” de yaratmış durumda. Bu sektörün guruları kişisel gelişim ve Pollyannacı düşünce modeli kapsamında her gün yeni yeni kitaplar piyasaya çıkarıyor seminerler, konferanslar, bireysel terapiler organize ediyor. Arz ve talep birbirini bir kar topunun tepeden aşağı yuvarlanması gibi hızlanarak büyütüyor.
Son yıllarımız özellikle de pandemi sürecinin yaşattığı 1,5 yılı olumlu düşüncelere sahip olabilmek ve geleceğe yönelik mutluluk hayallerimizi canlı tutabilmek için kendimiz zorlamak ile geçirdik. Bu süreçte işler iyi gitmediğinde, sıkıntılar baş göstermeye başlayıp gelecek iyice bulanıklaştığında sanki her şey hâlâ yolundaymış davranma ihtiyacı hissettik. Fakat ne kadar olumlu düşünürseniz düşünün, ne kadar iyimser kalmaya çabalarsanız çabalayın olayları değiştirme gücümüz henüz yok. Yani sürekli pozitif kalmaya çabalayarak başka duygularımızı engelliyoruz ve bu arada da gerçekler de aynı kalıyor. Bu aşırı pozitif olma durumuna psikolojide “toksik pozitiflik” yani zehirli pozitiflik adı veriliyor.
“Toksik/zehirli pozitiflik”, kişi duygusal olarak endişe, acı ve zorluk çekerken sadece olumlu hislere odaklanması gerektiği düşüncesi ya da zorunluluğudur. Bu kavram bahsedildiği gibi zehirli bir durum ve sağlıklı değil. Çünkü bu durumda yaşanan acıyı, endişe, kaygı gibi düşünceleri ve duyguları ket vurarak bastırıyor ve onları yok farz ediyorsunuz, saklıyorsunuz. Ancak her zaman olumlu olmak bir zorunluluk değil, zaman zaman öteki duyguları da yaşamanız gerekli.
Toksik pozitifliği aşabilmek için ilk yapılması gereken şey yaşadığımız durumun gerçekliğini kabul etmek. “Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı” kitabının yazarı Mark Manson kitabın tanıtım bülteninde, “Her şeyi iyi tarafından görmek iyi bir şey gibi görünse de gerçek şu ki, hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir” diyor ve ekliyor: “Negatif duyguları inkar etmek daha derin ve daha uzun ömürlü negatif duygulara ve duygusal bozukluğa neden olur. Sürekli pozitif olmak hayatın sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkar biçimidir. Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve de tam tersine, insanın negatif deneyimini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir.”
Yazımı yine Wilhelm Schmid’den alıntılarla bağlayayım. Şöyle diyor yazar:
“İnsan hayatındaki esas meydan okuma, mutlu olmak değildir. Biraz bilgi ve denemeyle herkes sınırlı bir süreliğine de olsa bunu başarabilir. Mutsuz olmakla baş etmek, onu sindirmek ve ona dayanmak çok daha zordur; kahramanca olan, böyle bir hayattır. Yaşama sanatının öteki ve belki de daha büyük kısmını, bu meydana getirir; çünkü herhangi bir anda mutsuzlar her toplumun küçük bir azınlığından daha fazlasını oluştururlar. Ne kadar çok insan, sırf mutlu olmaları gerektiğine inandıkları için mutsuz oluyordur acaba?”