Kurşun kalem kullanmak ilkokulda kaldı bellerdim. Meğer öyle değilmiş…
Ester kurşun kalemi pek seviyordu. Ama böyle “versatil” dedikleri uçlu kalemlerden değil. Hani Amerikan filmlerinde olur arkası silgili sarı kalemlerden. Belki de benim dikkatimdir bu. Belki Amerikan filmlerinde öyle silgili milgili kalemler yoktur. Muhtemelen sevda sebebiyledir. Sevdalı insan daha bir ayrıntıcı, detaycı oluyor. Hele sair zamanlarda da öyleyseniz sevdalık zamanında hastalık derecesinde nakışlara, kıvrımlara meraklı bir insan oluyorsunuz.
Ben de Ester’in kurşun kalemlerine öyle “Bir Hoş” bakardım. “Bir Hoş” bakmanın adı
yok ki. Hoşunuza gidiyor ama tarifi zor bir hâl ile bakıyorsunuz. “Bir Hoş” bakınca heves ediyorsunuz. Ben de kendime kurşun kalemler aldım. Ama işte “Bir Hoş” bakmak yetmiyormuş. Kalemler iki satır yazınca körleştiler. Baktım Ester çantasından çakı çıkarmış. Dilini ısırarak kalem açmaya çalışıyor. Erkek kısmı bıçakla yapılacak işlerde kendini pek usta belliyor. Hemen atıldım, “…müsaade et güzel kız. O benim işim.” dedim. “Kurtar beni sultanım.” dedi. Gülüştük. Sonra ben ilkokuldan kalma maharetimle kalemleri açtım.
Uçlarını hiç kırmadım. Kalemler cıvıl cıvıl oldular sanki. “İşte bu kadar hanım kız…” dedim. Sonra beraberce kurşun kalem kullanarak çalışmaya devam ettik. Kurşun kalem arkasını ısırarak çürütmeniz için pek davetkâr oluyor. Kısa zamanda dişledim bitirdim. Ama Ester kalemlere hürmet eder gibiydi. Isırmak dişlemek silgisini kemirmek onda yoktu.
“Kalemleri kırmak yok, çiğnemek yok babaanne talimatı.” dedi. “Kalem israf etmemek muhkem bir nasihattir ama ben nasihat tutacak yaştayken de dişlerdim. Kalemler, silgiler benden çok çektiler.” dedim.
Ama Ester’in öyle tutumlu kızlar gibi olması. Kıymet bilmesi falan hoşuma gitmedi değil. Biz halk kütüphanesinde çalışıyorduk. Koca bir salon, her karışında masa sandalye var. Onlar da hep dolu. Erken gelmek zorundasınız yoksa ayakta kalırsınız. Bir oturan da neredeyse hiç kalkmıyor.
Ben erken geldiğim saatlerde tanıştım Ester ile. Zaten tanışık olmak için çabalamanıza lüzum yoktu ki Ester herkesle hemen kaynaşır hemen ahbap olurdu. Ben de Ester’le tanışanlar kervanına katıldım. Sonra işte beraberce ders çalışmaya başladık. İkimiz de edebiyat fakültesi mezunuyduk. Atanırsak öğretmen olacaktık. Atanırsak mutlu olacaktık.
Herkes atanma beklerken ben Ester’le mutlu olmayı beklemeye başladım. Cıvıl cıvıl kız. Benim monoton öğretmenliğime ne iyi gelir diye düşünüyordum. Devlet üzerine düşeni yapar da bizi atarsa biz de üzerimize düşeni yapar evlenip kurtulurduk herhâlde.
Böylece günler haftalar geçti. Ders çalışmaya yemek molası verince ben hemen yanımda getirdiklerimle beraber Ester’in peşine düşerdim. O nereye gider ne yerse ben hemen yanına çökerdim. Zaten az yerdi Ester. Az yesin çok yesin hiç fark etmeden hep güzel yerdi. Ben de yediğimin tadını çıkarmayı ona bakarak öğrendim.
Bir zaman geçti böylece. Ben Ester’e arada bir sorular soruyorum. Ailesiyle ilgili, mezun olduğu fakülteyle ilgili falan ama Ester benim sorduğum soruyu alıyor sanki bebek bezler gibi sorunun altını üstünü sımsıkı sarıyor sarmalıyor.
Öyle çok ve meraklandırıcı konuşuyor ki sonunda ben ne sorduğumu unutup kalıyorum öylece. “Kız sen avukat olmalıymışsın.” diyorum. “Benim aklım başkasının davasına yetmez. Kendi meselemi güç bela anlatırım işte o kadar kuzum diyor.” “Kuzum” lafı pek doğru. Ben onun yanında kuzu oluyorum ki nasıl… Melul mahsun bakan bir kuzu anlatması zor.
Gel zaman git zaman bizim KPSS müracaat sürecimiz başladı. Ben imtihanlara hemen müracaat etmem. Beklerim. Sanki bekleyince eksiklerim ortaya çıkacak. Son günü bekledim yine. Müracaat ettiğimiz büroda çalışan da benim arkadaşımdır. Ona sıkı sıkı tembihledim ki “Ester müracaat ederken bilgilerini bir kontrol et.” Bana söylemediği ama nüfusta yazılı bir adı falan varsa öğreneyim. Müracaat yerinde son gün son saatlerde sıra bana gelince müracaatımı yaptım. Müracaatlar bitene kadar bekledim.
Sonra arkadaşıma sordum: “Ester müracaat etti mi? Var mıymış başka adı falan?” Arkadaş, “…yok müracaat etmedi. Ben de bekledim ama gelmedi hanım yengemiz.” dedi.
Çok şaşırdım. Evini aramak istedim. Ama annesi babası rahatsız olur hem de Ester’i her sabah kütüphaneye bırakan ağabeyine denk gelirsek iş sıkıntıya girer diye çekindim. Ester’i arayamadım ama kafam da her ihtimali yokladım.
Sabah olsun da kütüphanede buluşunca sorarım diye niyetlendim. Böyle muhasebe içindeyken uyumuşum. Rüyamda Ester kütüphanenin her yerine vişne suyu döküyordu. Peşinden koşup yetişmek meyve suyunu elinden almak istiyorum. Bana bakıp, “…senin aklın ermez bu işlere.” diyor. Ester elinde meyve suyu sağa sola serperken ben sıkıntılı bir şekilde uyandım.
Kütüphaneye vardım. Ester yok. Öğleye kadar bekledim yine yok. O gün ertesi gün ve daha sonra günler boyu hiç haber alamadım. Ortak arkadaşlarımıza sordum. Onlardan da bir sağlıklı bilgi alamadım. Ester’in ağabeyi ile konuşayım istedim ama cesaret edemedim.
Ben böyle erimiş peynir gibi bir vaziyetteyken. Kütüphanede görevli olan ve daha evvel Ester’in bizi tanıştırıp, “…köylüm olur.” dediği memur beni çağırdı. Gittim yanına. Meğer adam konuşmaya hemen hazırmış. “Bak delikanlı öncelikle kızın adı Ester değil Nagihan. Kendisi üniversite mezunu değil hatta lise biri zor okuttular. Sonra hemen evlendirdiler. Evlendiği adam İstanbul’da bir fabrikada bekçiydi. Sona işten çıkardılar. Esasen gariban bir adamdı ama yoksulluk adamı görgüsüz de yapıyormuş ki Nagihan’a çok eziyet etti…
(Mustafa Çiftçi, tdk.gov.tr)
Hikayenin devamını okumak için tıklayın
Not: Görsel temsilidir.