Türkiye’de ve dünyada 1970’lere kadar genel olarak Çin algısı ideolojikti.
Sağ basın, Çin’in ‘komünist’ olması dolayısıyla bütün haberleri olumsuz açıdan değerlendiriyor; başarısızlıkları ön plana çıkarıyordu. Onlara göre, Çin, gelecek için büyük bir tehditti. Sol basın ise, Çin’den Batı sömürgeciliğini gerilettiği için övgüyle söz ediyordu; bunlarsa Çin’in başarılarına vurgu yaparken başarısızlıklarını çoğunlukla hasır altı ediyordu.
1966’da Türkiye’de yayınlanan bir kitap, bu iki kutbun dışında üçüncü bir bakış açısı sunmayı hedefliyordu. Dönemin tanınmış solcularından Zaven Biberyan’ın çevirdiği kitaba göre, Çin’de herkesin kabul edeceği önemli gelişmeler oluyordu: Birkaç yıl öncesine kadar açlıktan milyonlarca insanın öldüğü ülkede, füzeler geliştiriliyor; dünün afyonuyla dumanlı Çin, nükleer bir güce dönüşüyordu. Payel Yayınları’nın 2., Yabancı Ülkeler Dizisi’nin 1. kitabı olan ‘Yeni Çin: Dün-Bugün’ kitabında Simon de Beauvoir ismi öne çıkıyor. Onun dışında kitap iki Fransız gazetecinin yazdıkları ve Çin’in kalkınma planından alınmış seçmelerden oluşuyor.
Kitaba göre, savaş sonrası Çin’de, toplumun değişik kesimlerinden Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) akın akın katılımlar gerçekleşir. Artık iç savaşı Mao’nun ve ÇKP’nin kazandığı kesinlik kazanınca, kimileri için ikbal yoluna geri dönmek düşer ve bunlar çıkar için ÇKP’ye katılırlar. Böylece zaman geçtikçe, çekirdek ÇKP’liler, ÇKP içinde azınlık konumuna düşüyor. Ayrıca devrim dönemi memurlarının çoğunun devrim öncesindeki aynı memurlar olduğu gerçeği de var. Bu demek oluyor ki, Mao’nun ve ÇKP liderliğinin ‘sağ sapma-sol sapma’, ‘falanca klik’ gibi kavramlara başvurmalarının maddi bir temeli var. Sosyalizm inşa ediliyordu; ama çoğunluk, sosyalist değildi ve üstelik, ülkeyi devrim döneminde yönetenlerin çoğunluğunu da sosyalistler oluşturmuyordu. Ondan sonra gelsin tasfiyeler. Bütün bunlar, bugünkü Çin’i anlamak için önemli veriler olabilir.
ÇKP, savaş sonrasındaki katılımlar konusunda iki sorunla karşılaşır: İşçi sınıfı, siyasete ilgi göstermemekte; “aydınlar, memurlar ve şehir burjuvazisi” ise gerektiğinden fazla ilgi göstermektedir:
“Komünist yöneticilerin demeçlere rağmen, “ölçüsüz üretim” sloganı özel ya da millileştirilmiş ekonomi kadrolarında çılgınca bir coşkunlukla karşılanmıyordu. Bu keyifsizliğe, ikinci bir psikolojik unsur da ekleniyordu. İşçi sınıfı Partiye gitmekte çıkar görmüyordu. İşçi sınıfı için, Parti, hükümetti. İşçi muhitlerinde çalışmalar yapan kadroların sık sık aldıkları cevap şuydu: “Madem ki haklarımızı savunmak için iktidarda bulunuyor, neden girelim hükümete?” (s.30)
…
“İşçi problemi şimdilik çözümlenince, reform hareketini frenleyen ikinci zorluk kaldı. Bu zorluk, işçilerin tutumunun tam aksine, aydınlar, memurlar ve şehir burjuvazisi tarafından gösterilen isteğin haddinden fazla oluşundan ileri geliyordu. 1950’de sadece Hanşov şehrinde, orta sınıflardan ve Kuomintang’ın eski memurlarından gelen 12.000 müracaat kaydedilmişti. Hele bu sonuncular, Parti saflarına girmeye en çok istekli olanlardı. Bunların şevki, Marksizm ya da Leninizm’in felsefi temellerini benimsemekten ileri gelmiyordu. Bir beslenme oportünizmi de değildi. Sebebi, Konfüçyüs dininin geleneğindeydi. Bu gelenek, seçkinlerin ve iktidar ajanlarının rolünü tesbit ediyordu. Çin adetlerine göre, bir rejim değişikliği olduğunda, seçkinler yeni iktidara eskisine göstermiş oldukları aynı sadakatle hizmet etmelidirler. Öyle ki, tam bir dürüstlükle hareket ederek, memurlar, hizmet erbabı ve burjuvazi derhal Partiye girmeyi bir yurtseverlik ve geleneksel bağlılık ödevi sayıyorlardı.” (s. 31)
Savaş sonrasında özel sektörü teşvik etmek için uygulanan politikalar da dikkat çekici:
“Belirli bir sektörde, örneğin pamuklu veya ev eşyaları sektöründe özel endüstri, kalkınma yolunda bir yavaşlama mı gösterdi? Devlet hemen kendi fabrikalarında yaptığı malın fiyatlarını yükseltirdi. Karın arttığını gören özel sektör de kamçılanır, o malın üstüne düşerdi. Aynı usul ters yönde de işletildi; bu takdirde spekülatif nitelik taşıyan ölçüsüz gelişmeleri frenlemeye yaradı.” (s. 41-42)
Çu En Lai’ın kitapta yer verilen Hristiyanlık konulu konuşması, bugünün koşullarında oldukça düşündürücü:
“Biz komünistler, Hristiyanlığı hem yanlış, hem de gerici bir batıl inanç sayıyoruz. Bu durumda şöyle çelişmeli bir duruma düşmüş bulunuyoruz: Tasvip etmediğimiz halde İncil’i yaymanız için sizi serbest bırakıyoruz. Çünkü tasvip ettiğimiz sosyal faaliyetlerinize ihtiyacımız vardır. Bu bizi, insanların dini inançlarını değiştirme çabalarınıza devam etmekte serbest bırakmaya itmektedir. İnançlarınızı yanlış ve hatalı buluyoruz. Eğer bizim dediğimiz doğruysa, halk sizin yaymaya çalıştığınız inançları reddedecektir. Yoksa halk onları benimseyecektir. Bu riske girmeye hazırız.” (s. 45-46)
Kitapta bir diğer dikkat çekici tartışma, Çinlilerin devrimden sonra maddi ve manevi olarak değişip değişmediği üzerine. Herkes savaş dönemine göre Çinlilerin koşullarının iyileştiğini kabul ediyor; ancak Batılıların Çinlilerin manevi olarak değişimiyle ilgili farklı düşünceleri var. Klasik Batıcı yazarların Şanghay Çinlisi üstünden -ki bu, o dönemde en Batılılaşmış Çinlidir- karşılaştırma yapmaları kitapta eleştiriliyor. Devrim, Batılılaşmadan başka bir gelişme yoluna inanan bir Çinli tipi yarattı, doğru; ancak, savaş döneminde de sonrasında da, Şanghay Çinlisi, ortalama bir Çinliyi -ki o zamanın 700 milyon insanından bahsediyoruz- temsil etmekten uzak. Kitapta dendiği gibi, o türden Batılılaşmış bir Çinli, 1960’lara gelmeden Hong Kong’a, Tayvan’a vb. göçtü. Yani kitabın yazarlarına göre, aslında Çinli, devrimle çok az değişti. Söz konusu olan, yalnızca Batılılaşmış Çinli oranında göçten kaynaklanan düşüştü. Bugün ise çok daha karmaşık bir tabloyla karşı karşıyayız. ‘Çinli nitelikli sosyalizm’ gibi ifadeler ortaya atılsa da, aslında Çin’de, kapitalizm, başka türden bir kapitalizmden çok, 100-200 yıl öncesinin Avrupa kapitalizmini andırıyor: Bir farkla, sömürgecilik olmaksızın. Devlet kapitalizmi de Çin’e özgü değil ‘piyasa sosyalizmi’ de…
O yıllarda Çin, Sovyetler Birliği’ni ‘barış içerisinde yaşama’ ilkesi üzerinden kapitalist dünyayla uzlaşmakla suçluyor ve “3. Dünya ülkelerinin lideri olarak asıl devrimci benim” diyordu. Fakat tarihin ironisi bu: Sovyetlerin yıkılmasından yıllar önce kapılarını yabancı sermayeye ve kapitalizme açan da Çin’di. Dışarıdan Çin, yekpare bir bütün olarak görülse de, aslında bu dönemde, iktidardaki değişik kliklerin etkisiyle politikada manevralar görülüyor.
Yine de, o dönemde bile, her şey, ‘ekonomik büyüme’ değil:
“Çin köylerinden geçerken, her yerde mezarların saygı ile korunduğunu gördüm. Bu mezarlıklar tarım için kullanılsalardı, muhakkak ki çok toprak kazanılmış olurdu. Ama mezarlara karşı saygı, aç kalma korkusundan bile üstün geliyordu.” (s. 73)
Özgürlük tarifini de burada not edelim:
“Bir Çinli işçiye sormuşlar:
– Özgür olmak sence ne demek, Sin?
Sin düşünmüş ve cevap vermiş:
– Basketbol oynamakta özgürüm.
– Pek iyi ama, eskiden basketbol oynamakta özgür değil miydin?
– Anlamıyorsunuz.. Ben her zaman basketbol oynadım. Günün birinde ayakkabılarım yırtıldı. Hep fakir kaldığımdan, bir çift yeni kundura satın alamadım. Artık basketbol oynamakta özgür değildim. Bu gün iki çift ayakkabım var. Basketbol oynamakta özgürüm.
Ben bunu şu şekilde anlıyorum: et yeme özgürlüğü, et satın alacak parası olmaktır.” (s. 91)
Daha 1960’larda bile, Mao dönemi uygulamalarıyla Çin’de 2000 yılı aşkın süre hayata geçirilmiş olan imparatorluk gelenekleri arasındaki benzerliklere dikkat çekildiğini görüyoruz. Ancak bunlar yapılırken, ‘kızıl Çin’ karşıtı yazarlar tarafından, bu hanedanlığın da, Çin tarihindeki hanedanlıklar gibi er ya da geç son bulacağı umudunun taşınması söz konusu. Öte yandan, bu benzerliklere karşı çıkanlar, çöken hanedanlıkların ekonomik yetersizlikler nedeniyle son bulduğunu, şimdiki Çin’in ise hızla büyüdüğünü anımsatıyor. Ayrıca, Çin’in tarihte gelişmesini engelleyenin mandarin sınıfı olduğu ileri sürülüyor; bugünkü işçi-köylü yönetiminin buna benzemediği söyleniyor. Oysa bugünkü Çin’de mandarin sınıfına benzer bir seçkinler sınıfının oluştuğunu ve bunların Çin’in sosyalizme dönmesi gibi bir olasılığa şiddetle karşı çıkacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu açıdan, aşağıdaki ifadeler bugün için geçerli görünmüyor:
“Şu var ki, yeni Çin’in en koyu muhalifleri bile fedakarlıklara herkesin eşit olarak katlandığını kabul ediyorlar. Hiç kimse, yöneticilerin, halkın alın terinden çalınan bir lüks içinde yaşadıklarını, namuslu davranmadıklarını iddia etmiyor.” (s. 79)
Kitap, 50 yıl önce yazılmış, yine de bugün Çin’deki gelişmeleri anlamlandırmak adına değerli. ‘Yeni’ denilen her şey hızla eskirken, bugün Çin üstüne yazılan kitaplardan kaçı 50 yıl sonraya kalacak? Ya da kitap kalacak mı? Onun yerine ne kalacak? Paylaşımlar mı? İşte zamana bırakılması gereken sorulardan birkaçı…
ulasbasar@gmail.com
Not: Bu yazı “Çin/Çifte Ejderhanın Diyarında-1” kitabımdan alınmıştır.