Ekonomi literatüründe “iyi enflasyon” denilen, durgunluğa girmeyi önleyeceği ve ekonomik faaliyete dinamizm kazandıracağı gerekçesiyle faydalı sayılan yıllık ortalama %2’nin üzerine çıkan ve yüksek enflasyon olarak adlandırılan olgu, makro ekonomik dengesizlikler içerisinde çözülmesi en zor ve toplumsal maliyeti en yüksek sorunlardan birisi, belki de ilk sırada gelenidir.
Toplum olarak enflasyonla tanışıklığımız eskilere dayanmakta aslında. Yakın tarihimizde, özellikle 1980’li yıllarda çoğu zaman yüksek enflasyonla hatta hiperenflasyon dediğimiz ve yıllık ortalama %100 ün üzerine çıkan enflasyon oranları ile yaşamak durumunda kalmıştık.
90’lı yıllarda gene oldukça yüksek oranlarda seyrederek toplumsal dokumuzu zedeleyen ve pek çok insan açısından yaşamı oldukça zorlaştıran yüksek enflasyon, öteki makro sorunlarla da birleşerek ekonomimizi, çöküş olarak adlandırabileceğimiz 2001 büyük krizine sürüklemişti ne yazık ki.
Krizden çıkış sürecinde esasında krizin ana nedenlerinden olan, 80’li ve 90’lı yıllar boyunca özellikle liberal kapitalist Batı dünyasında ve ülkemizde sistemli bir biçimde sürdürülen serbestleştirme (deregülasyon) uygulamaları bir kenara bırakılmıştı. Yine sistemli bir düzenleme (regülasyon) uygulamasıyla Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) başta olmak üzere bağımsız ekonomik kurumlar oluşturulmuş, en önemlisi de Merkez Bankası (MB) politika bağımsızlığına sahip bir yapıya kavuşturulmuştu.
Bütün bu önlemler sayesinde krizden çıkılabilmiş, yeni gelen siyasi iktidarın da mevcut ekonomik programı onaylaması ve sürdürmesi sayesinde içeriye ve dış dünyaya ekonomik güven telkin edilmiş, bu yolla makro sorunlar büyük ölçüde giderilmiş hatta enflasyon oranları tek haneli rakamlara indirilebilmişti.
Düşük enflasyon, düşük işsizlik ve düşük faiz oranları ile yakalanan makro ekonomik istikrar, ortalama 2013 yılına kadar sürmüş ve o tarihten sonra, aslında dünya ekonomisiyle birlikte bizde de sorunlar baş göstermiş, ekonomik istikrarın adım adım bozulmasıyla yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve yüksek faiz oranlarıyla yıllar sonra yeniden karşı karşıya kalmış olduk.
Geldiğimiz noktada yüksek enflasyon, toplumun özellikle sabit ve de dar gelirli kesimleri açısından yaşamı iyice zorlaştırdığı içindir ki, insanların gerçek gündeminin baş sıralarını işgal eden ve acil çözüm bekleyen yakıcı bir sorun olarak karşımızda durmakta.
Enflasyonla mücadelede ana aktör MB para politikasını yürütmekten sorumlu kurum olarak, başta politika faizini belirlemek, açık piyasa işlemleri ve döviz alım satımı gibi politika araçlarını kullanır. Öteki aktör olan hükümet ve onun emrindeki Hazine de, esas olarak kamu harcamaları ve borçlanma politikasından oluşan maliye politikalarıyla enflasyonla mücadele eder.
Temel görevi enflasyonun önlenmesi yani fiyat istikrarının sağlanması olan ve bunun için uzun süredir ‘enflasyon hedeflemesi’ sistemini uygulayan MB’nin ve siyasi sorumluluk taşıyan hükümetin, karmaşık bir olgu ve çeşitli türleri olan, ayrıca büyüme ve işsizlik oranını düşürme hedefiyle çoğu zaman çelişen, yani işsizlikle ters orantılı olan enflasyon sorununu çözebilmek için öncelikle hastalığı doğru teşhis etmesi gerekir. Yani enflasyonun talep enflasyonu mu, maliyet enflasyonu mu ya da varlık enflasyonu mu olduğunu ortaya koyması hayati önemdedir. Yanlış teşhis ve tedavi enflasyonu şiddetlendirip ateşe benzin dökmek olacaktır. Çünkü mevcut enflasyonun türüne göre uygulanacak reçete bellidir ve bu reçete farklı bir enflasyon türünde de uygulanırsa, istenilenin tam tersi sonuçlar doğurabilecektir.
Örneğin; arz yetersizliği ve toplam talep fazlalığından kaynaklanan talep enflasyonu durumunda yapılması gereken, para politikası olarak; faiz oranının bir miktar arttırılarak bu yolla para arzının ve dolayısıyla tüketimin kısılması ve maliye politikası olarak da kamu harcamalarını azaltmak olmasıdır. Daha teknik bir deyişle daraltıcı “sıkı” para politikası ve daraltıcı maliye politikası uygulanması gerekirken, hatalı bir teşhisle faiz indirmek ve kamu harcamalarını arttırmak, diğer bir deyişle genişletici politikalar uygulamak talep enflasyonunu şiddetlendirecektir.
Şu anda ülkemizin yaşadığı enflasyon, uzun bir süredir ekonomik güvenin ve istikrarın ortadan kalmış olmasından ötürü, yabancı sermayenin yeterince gelmemesi, gelmiş olanın bir kısmının çıkması ve bu durumun yarattığı döviz kıtlığına ek olarak yerli yatırımcının da liraya yeterince güven duymamasından dolayı dövize yatırım yapması ve bunun döviz talebini arttırması nedeniyle hızla artan kurların doğrudan maliyetlere yansıyarak iç fiyatları arttırmasıyla oluşan maliyet enflasyonudur.
Hızlı kur artışından kaynaklanan maliyet enflasyonunu dizginleyebilmek için MB, para politikasındaki en önemli aracı olan faizi kullanarak, politika faizini daima enflasyonun üzerinde belirlemeli ki, böylece tasarruf sahipleri lira tasarruflarına enflasyonun üzerinde faiz alabilsin. Aksi tavır insanların kendilerini enflasyona karşı koruma güdüsüyle döviz talebini arttırmalarına, artan kurların bir kez daha maliyetlere ve fiyatlara yansıyarak, zaten yüksek seyreden enflasyonun daha da artmasına neden olacaktır. Ayrıca bu enflasyon türünde de MB sıkı para politikası uygulamasını sürdürerek, muhtemel bir para arzı artışının enflasyonu tırmandırmasına mani olmak durumundadır.
Yoksa çok tartışıldığı üzere, faiz politikasında herkesi ilgilendiren ve manşet enflasyon denilen TÜFE oranını baz alınmayıp, daha düşük olan ve özellikle imalat sanayi endeksini içeren ve çok daha dar kapsamlı olan çekirdek enflasyonun baz alınması, yüksek enflasyonu düşürmede maalesef fayda vermeyecektir.
Yüksek enflasyonla mücadelede diğer çok önemli bir etkende beklentilerdir. Malum, günümüzde ekonomik aktörler ağırlıklı olarak beklentilerle hareket etmekteler. O yüzden de yüksek enflasyon gibi karmaşık ve başa çıkılması zor bir problemin çözümünde, beklentileri iyi yönetebilmek hayati önemdedir.
Merkez Bankası beklentileri yönetirken, tek başına enflasyon beklentisinin dahi enflasyonu artırmaya yeteceğini, diğer bir deyişle enflasyon korkusunun kendini gerçekleştiren bir korku olduğunu unutmadan, kurum adına konuşan başkanın çok dikkatli konuşması, yanlış anlaşılmalara meydan verilerek beklentilerin bozulmasını önleyecektir. Örneğin ABD Merkez Bankası olan FED’in, uzun yıllar başkanlığını yapmış bulunan efsanevi başkanı; Alan Greenspan ‘ Fed konuşması’ denilen üslubuyla ünlüydü ve bir keresinde şöyle demişti: “sanırım sizleri uyarmalıyım çünkü açık konuşursam söylediklerimi yanlış anlayabilirsiniz.”
***
Not: Medya Günlüğü’nün yeni açılan Bluesky hesabını takip etmek için: https://bsky.app/profile/mgunlugu.bsky.social