Geçenlerde Milliyet’te gözüme bir başlık ilişti: “7’sinde neysen 70’inde o değilsin!” Benim gözler de gitti herhalde, yanlış okuyor olmalıyım.
Bir daha okudum başlığı. “7’sinde neysen 70’inde o DEĞİLSİN!” Hayret! Doğru okuyormuşum. İyi de nereden çıktı bu şimdi? “Ben böyleyim, huyum kurusun” deyip geçiyorduk ne güzel. Biri bizi eleştirdiğinde, “Değişmelisin” dediğinde, “Yok valla benim durum genetik, işine gelirse!” diye cevap vermek, son derece kolay hatta harika bir savunmaydı. Ne olacak şimdi? Gerçekten doğuştan gelen karakteristik özellikler ölene kadar aynı kalmıyor muydu? “Cık!” Aynı kalmıyormuş işte.
Yazıda şöyle diyor:
“İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi araştırmacılarının tam 63 yılda gerçekleştirdiği bir deney, insan kişiliğinin yıllar içerisinde tamamen değiştiğini ortaya koydu. 1947 yılında 14 yaşındaki 1208 öğrenciye öğretmenleri aracılığıyla bir takım kişilik testleri uygulayan uzmanlar, 63 yıl sonra 77 yaşına giren deneklerden 635’iyle yeniden iletişime geçti. Deneyi devam ettirmeyi kabul eden 174 kişi üzerinde aynı testler tekrarlandı. Psychology and Aging isimli dergide yayımlanan deney raporunda, ‘bireylerin ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde gösterdikleri karakteristik özellikler arasında hemen hemen hiçbir benzerliğin bulunmadığı’ belirtildi.”
Desenize bundan böyle yaşam koçlarının, aile terapistlerinin, psikologların ekmeğine yağ sürülecek. Mesela sevgiliniz sizi terk etti ya da mesai arkadaşınla küstünüz ya da ne bileyim boşanmanın eşiğine geldiyseniz, tek suçlusu bilin ki sizsiniz! Değişseydin de düzeltseydin ilişkiyi; alın size kapı gibi bilimsel ispat! ”
Ben mesela acayip değiştim. Eskiden “fevkalade!” bir üniversite öğrencisiydim. Zamanı çok iyi planlardım. Günde 10 saat uyku, 6 saat tercihen kantinde “King” oyunu, 3 saat gezme tozma, 3 saat trafik, kalan 2 saat ders (belki). Son derece sorumluluk sahibiydim; öğrenciyken çalışır para da kazanırdım. Açgözlü olmadığım için hem para kazanırım hem de ders çalışırım demedim, İşi tercih ettim. Öğretmenlerime karşı da son derece saygılı idim. Onları önemsediğimi göstermek için mutlaka jüriye girer, onlara 10 dakikada hazırladığım projeleri sunardım. Gerçi beni pek anlamadılar. Projeyi özensiz yaptığım için beni jüriden kovdular. Kendileri bilir, ben de zaten ayıp olmasın diye gelmiştim!
Benim üniversite hayatım bu şekilde devam ederdi de babam rahmetli oldu, bir iki yıl daha sabreden annem sonunda “ya bu okul biter ya da eşyalarını toplarsın!” dedi, o yıl okul bitti. Onlarca dersi bir yılda nasıl verdim hala bilmiyorum. Yıllarca kâbuslar gördüm. Okuldan arıyorlar, “Size yanlışlıkla diploma vermişiz, geri getirin” diyorlar. Kan ter içinde uyanıyorum. Gerçek olmadığını görünce bir oh çekiyorum. Okulun kapısının önünden geçmeyi reddettim yıllarca, ancak zaman geçtikçe bu olumsuz duygularım azalmaya ve hayret verici bir şekilde özleme dönüştü. Gerçekten öğrenme arzusu ile yanıp tutuşmaya başladım. Ve nihayet geçen Cumartesi bir eğitim programıyla ilgili bilgi almak üzere bir üniversitedeki toplantıya gittim.
Bende bir heyecan, bir heyecan ki sormayın. Gece gözüme uyku girmedi. Sabah kalktım; duşumu aldım, süslendim püslendim, cici bici kıyafetlerimi çıkardım dolabımdan. Sanırsınız “gelin” gidiyorum bir yere; o haldeyim. Okula gittim. Görüşmenin yapılacağı sınıfa girdim. Elimde kalemim, kağıdım, önceden hazırladığım sorularım…Bak bana bak! Çalışıp gitmişim bir de. Hoca sınıfa girdi, başladı konuşmaya. Önce kendini tanıttı, sonra okulunu. Eğitimin önemini, uygulamanın değerini, programın detaylarını…
Sonra başladı Yunus Emre okumaya:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak’kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir.
Ben mest! Sonra döndü ve “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. “Her gün internetteki videoları seyrederek çürüyecek misin? Bir karar ver!” dedi. Tam o sırada yanımda cep telefonuyla Facebook’a girmiş olan çocuk, kafasını telefondan kaldırıp kızgın bir bakış attı hocaya. Toplantı boyunca ya telefonuyla ya laptopuyla oynayıp duruyordu. Güldüm; “eski ben” diye düşündüm…
Hoca devam etti: “Life is about choosing paths”, hayat yollardan ibarettir, hangisini seçiyorsun? O kadar coşkulu, o kadar güzel konuşuyor ki, ağzım açık dinliyorum. Söylediği hiçbir şeyi kaçırmamam lazım, ağzından çıkan her kelimeyi not alıyorum. Hatta bir ara hapşırdı, önümdeki not defterine yazdım “Hapşu!” yanına da bir gülücük tabii.
Hoca döktürüyor da döktürüyor: “If you can’t fly then run, if you can’t run then walk, if you can’t walk then crawl, but whatever you do you have to keep moving forward.” Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan yürü; yürüyemiyorsan emekle; ne yaparsan yap ama ilerlemeye devam et…Martin Luther King’in bu harika sözünü tam gaz motivasyon için kullanıyor.
Tamam, yeter bu kadar, ayağa kalkıp alkışlayacağım adamı. Yok, yetmez! Daha ileri gidip yalvaracağım beni al diye. Ayaklarına kapansam bana burs verir mi acaba? Bakar mısınız? Üniversiteye beni geri çağıracakları düşüncesi kabus iken şimdi yatarken düşlediğim bir hayal oldu iyi mi? Buyurun size değişimin en babası! Oturdum ölçtüm tam 180 derece!
Hayat böyle işte; dün burun kıvırdıkların, bugün arkasından koştukların olabiliyor. Dün tembelken bugün çalışkan ya da saygısızken saygılı olabiliyorsunuz. Siz bu işe ne dersiniz bilmem ama ben “7’sinde neysen 70’inde o değilsin” diyorum. Kimsenin biletini erkenden kesmeyin, herkes için ümit var. Hem zaten “Değişmeyen tek şey değişimin kendisi” değil miydi?
Sevgiyle kalın,