Zamanın Küresel Kontrolü ve Bozulan Senkron
Görünürde dijitalleşmiş, bağlantılı ve eş zamanlı bir dünyada yaşıyor gibiyiz. Haberler, görseller, krizler, algoritmalar… Her şey aynı anda, aynı ekranlara düşüyor. Ancak bu eş zamanlılık hissi, derinlemesine bakıldığında aslında zamanın küresel çapta sermaye merkezli olarak kodlandığı bir yapının üstünü örten yanılsamadan ibarettir.
Zaman, yalnızca saatlerle ölçülen nötr bir olgu değil; aynı zamanda iktidar ilişkilerinin işlettiği yapısal bir kaynaktır. Hangi olayın gündeme alınacağı, hangisinin “geçmiş” sayılacağı, neyin “gelecek” olarak pazarlanacağı, medyayı yöneten ve finanse eden çıkar odaklarının belirlediği bir düzende işlemektedir.
Bu çerçevede zamanın deneyimlenişi, yalnızca toplumsal bağlamlarla değil, aynı zamanda bilimsel analojilerle de anlaşılabilir. Fizikte, özellikle Einstein’ın özel görelilik kuramı, zamanın sabit değil; bağlama göre değişken olduğunu ortaya koyar. İki cisim birbirine göre farklı hızlarda hareket ediyorsa, onların içindeki saatler farklı hızlarda çalışır. Bu olguya zaman genişlemesi (time dilation) denir. Aynı başlangıç noktasından yola çıkan iki referans sistemi, farklı hızlarda ilerlediklerinde senkronlarını kaybeder; biri için zaman daha yavaş, diğeri için daha hızlı akar.
Bugünün küresel dünyasında da benzer bir durum yaşanmaktadır: Avrupa’nın zaman akışı hızlanmışken, Orta Doğu adeta bir başka referans çerçevesinde, daha yavaş hatta bazen donmuş bir zaman yapısı içinde kalmıştır. Ancak bu farklılık, fiziksel değil; sermaye, siyaset ve bilgi sistemlerinin müdahalesiyle yaratılan yapay bir senkron kırılmasıdır.
Bu bağlamda “zamansal senkronizasyonun bozulması”, özellikle Avrupa ile Orta Doğu arasında sadece kültürel ya da siyasi bir mesafe değil; zamanın kimin lehine aktığını belirleyen sınıfsal bir hâkimiyet meselesidir. Avrupa, sermaye birikiminin vitrini gibi görünse de bu zamanı hızlandıran asıl güç, Atlantik merkezli küresel sermaye blokudur. Bu blok, finansal merkezleriyle ABD’de, üretim ve tüketim ağıyla Avrupa’da konuşlanmış; medya, teknoloji ve güvenlik alanlarında zamanın akışını denetleyen yapıyı inşa etmiştir. Medya ise bu ayrımı yalnızca görünür kılmaz; üretir ve meşrulaştırır.
Orta Doğu’da Zamanın Donması: Sermayenin Dondurduğu Zaman, Süreğen Sömürü
Orta Doğu, Batı merkezli medya-siyaset-sermaye üçgeni içinde çoğu zaman “zaman dışı” bir coğrafya olarak resmedilir. Bu temsiller ilk bakışta, bölgenin modernlikten, teknolojiden ve ilerlemeden yoksun olduğu izlenimini verir. Ancak asıl mesele, sermayenin burada zamanı dondurarak sömürüyü sürdürülebilir kıldığı bir düzen inşa etmiş olmasıdır. Yani Orta Doğu’da zamanın donması, sermayenin yokluğu değil; tam tersine onun belirli biçimlerdeki varlığı sayesinde gerçekleşir.
Krizlerin sürekliliği, altyapı eksiklikleri, siyasal istikrarsızlıklar ve otoriter rejimler; sermayenin kısa vadeli kârını maksimize etmesini kolaylaştırır. Zamanın durağanlaştığı, toplumsal geleceğin belirsizleştiği bu ortamda toplumsal örgütlülük, direniş pratikleri ve gelecek tahayyülleri zayıflar. Bu da sermayenin karşısına çıkabilecek siyasal alternatiflerin etkisizleşmesini sağlar.
İran, Suriye, Lübnan ve Gazze gibi örnekler, yalnızca politik krizlerin değil; küresel sermayenin, özellikle Amerikan merkezli enerji, silah ve yeniden inşa sektörlerinin “kontrollü istikrarsızlık” üzerinden kendini yeniden üretme biçimlerinin alanıdır. Bu zamansal belirsizlik, ABD merkezli fonlar ve şirketler için düşük maliyetli, yüksek getirili operasyon alanları sunar. Zamanın “ileriye akmadığı” bu bölgeler, sürekli acil müdahale gerektiren bir yapıya büründüğü için, sermaye de geçici ama kârlı biçimlerde bölgeye nüfuz eder.
Bu “geleceği olmayan zamanlar”ın habercisi olan medya, bu döngüyü yeniden üretir. Olaylar yalnızca anlık biçimde aktarılır; tarihsel bağlam, sömürünün yapısal boyutu ve krizin sürekliliği görmezden gelinir. Zaman donmuştur; ama bu donmuşluk, sermayenin işlem yapması için gerekli olan düşük dikkatli, düşük direnişli, yüksek kırılganlıklı bir ortamdır.
Avrupa’da Zamanın Hızlanması: Kapitalizmin Zaman Mühendisliği
Avrupa, kapitalist modernitenin vitrinidir. Zamanı yalnızca ölçmekle yetinmez; onu tasarlar, yönlendirir ve ihraç eder. Ancak bu zaman mühendisliğinin asıl müellifi Avrupa’nın kendisi değil; ABD merkezli küresel sermaye kompleksidir. Avrupa, bu kompleksin uygulanma alanı, norm üreten aygıtı ve görünür yüzüdür.
Sermayenin birikim rejimleri, teknolojik yatırımlar, dijital dönüşüm ve inovasyon politikalarıyla zaman, hızla akması gereken bir üretim faktörüne dönüşür. Bu hız, sadece ekonomik değil; aynı zamanda politik bir üstünlük alanıdır.
Zira sermaye zamanı ne kadar hızlandırırsa, diğer coğrafyaların gecikmişliği o kadar görünür hâle gelir. Avrupa’nın 2050 karbon nötr hedefleri, yapay zekâ stratejileri, dijital vatandaşlık projeleri; yalnızca politik vizyonlar değil, bir zaman kurgusunun ta kendisidir. Orta Doğu bu zaman rejimine entegre edilemediğinde, kaçınılmaz olarak “geri kalmış” olur. Ancak bu geri kalmışlık, teknik değil; yapısal olarak dışlanmışlığın sonucudur.
Bu zaman mühendisliği sürecinde medya, sermayenin taşıyıcısı olarak işlev görür. Olayları belirli zaman dilimlerine sıkıştırır, gündemi hızla değiştirir, krizleri birbirinin yerine koyar. Avrupa medyası için zaman, yönetilmesi gereken bir içerik döngüsüdür; ama bu döngü, başka coğrafyaların zamanını silikleştirir.
Medya mı Zamanı Üretir, Sermaye mi?
Burada artık soruyu netleştirmek gerekir: Zamanı medya mı üretir, yoksa medya üzerinden emperyal sermaye mi zamanın akışına hükmeder? Yanıt açıktır. Küresel medya sistemleri, zamanın nasıl deneyimleneceğini belirlerken; bu sistemlerin arkasındaki ekonomik yapılar, hangi zamanların değerli, hangilerinin silik ya da geçersiz olduğunu kararlaştırır. Bu yapının kalbi ise Amerikan medya tekelleri, Silikon Vadisi merkezli algoritmik platformlar ve bunları finanse eden Atlantik sermaye ittifakıdır.
Batı merkezli haber ajanslarının kriz coğrafyalarına dair haber üretim pratiği bu noktada çarpıcıdır. Olaylar yalnızca “olduğu anda” görünürlük kazanır; bu anda ne kadar çok trajedi yaşanırsa o kadar “izlenebilir” olur. Ancak bu olaylar tarihsel sürekliliğe bağlanmaz. Bu da zamanın parçalanmasıdır: geçmiş yok, gelecek belirsiz, sadece şimdiki an var. Bu parçalanma, küresel medya-kapital bileşiminin asli ürünüdür.
Öte yandan bu sistem, yalnızca haberin veriliş biçimini değil; zamanın kurgusunu da tekelleştirir. Filistin gibi örnekler söz konusu olduğunda, medya gündemi yalnızca “ölü sayısı” arttıkça görünür hâle gelir. Ama bu haberler dahi, geçmişte yaşanmış benzer olaylarla bağ kurmaz. Böylece olayların anlamı değil, ölçülebilirliği önem kazanır. Bu ölçülebilirliğin standardı ise, tıpkı piyasada olduğu gibi, kâr algoritmalarına göre çalışan sermaye merkezlerinde belirlenir.
Zamanın Jeopolitiği: Senkron Kaymasının Küresel Sonuçları
Zamansal senkronizasyonun bozulması, yalnızca medya üretiminde değil; küresel siyasetin işleyişinde de belirleyici sonuçlara yol açar. Zira zaman, uluslararası ilişkilerde sadece bir koordinasyon unsuru değil; aynı zamanda hegemonya kurma aracıdır. Hangi ülkenin “zamanı” ilerideyse, o ülkenin dünya siyasetindeki ağırlığı da o oranda artar. Bu nedenle Avrupa’nın zamanı hızlandırması, sadece teknolojik ya da ekonomik bir atılım değil; ABD öncülüğündeki sermaye blokunun jeopolitik düzeni yeniden inşa etme çabasıdır.
Avrupa merkezli kurumların ve söylemlerin Orta Doğu’ya yönelik “gelişmemişlik”, “modernleşmemişlik” ya da “geri kalmışlık” vurguları, zamansal bir hiyerarşinin dilidir. Ancak bu söylemlerin arka planında, Washington merkezli stratejik akıl ve onun medya-mali kompleksleri vardır. Orta Doğu, bu yapı için sadece “sorunlu” değil; “kontrol edilebilir bir zamansal sapma alanı”dır. Böylece bu bölgelere yönelik müdahaleler, yalnızca güvenlik gerekçesiyle değil; aynı zamanda onları “zamanla uyumlu hâle getirme” iddiasıyla da meşrulaştırılır.
Bu yaklaşım, tıpkı kolonyal dönemde olduğu gibi bugün de zamana ilişkin bir tahakküm biçimini beraberinde getirir: Atlantik merkezli güçler için kendi zamanı evrenseldir; Orta Doğu’nun zamanı ise “eksik”, “aşırı geçmişe dönük” veya “geleceksiz” olarak tanımlanır. Bu tanımlar, sadece entelektüel değil; aynı zamanda askeri ve ekonomik müdahalelerin zeminini oluşturur.
Filistin meselesi bu senkron bozulmasının en çarpıcı örneklerinden biridir. Gazze’nin sürekli bir “acil durum” bölgesi olarak kodlanması, orada yaşayan halkın “gelecekle ilişkisinin sürekli ertelenmesi” anlamına gelir. Bu yalnızca bir insani kriz değil; aynı zamanda bir zaman gaspıdır. Batı kamuoyunda bu durum “uzun süredir süregelen bir sorun” olarak basitleştirilir; yani zamanın süregiden eşitsizliği görünmez hâle gelir.
İran gibi ülkelerdeki toplumsal dönüşüm dinamikleri de aynı mantıkla “zamanın dışında” konumlandırılır. Oysa bu ülkelerdeki feminist, öğrenci ya da işçi hareketleri, küresel karşı-hegemonik akımların parçalarıdır. Ancak bu hareketlerin zamanla kurduğu ilişki, medya sisteminde göz ardı edilir. Orta Doğu, bir kez daha “krizlerin döngüsel tekrarına” indirgenir.
Bu sırada ABD ve Avrupa, geçmişe dönük suçlarını zamanın sisine bırakır; gelecek odaklı söylemlerle yeni bir normatif hegemonya kurar: yeşil dönüşüm, dijital etik, demokrasi paketleri… Bunların tümü, zamanın kontrolü üzerinden inşa edilen jeopolitik üstünlüğün ideolojik yüzüdür.
Zamansal Adalet Mümkün mü? Gelecek İçin Alternatif Bir Zaman Kurgusu
Zaman, yalnızca ölçülen değil; aynı zamanda bölüşülen bir şeydir. Bugünün küresel düzeninde ise zamanın bölüşümü, en az servet ya da güç kadar adaletsizdir. Zengin ülkeler gelecekle senkronize olurken, yoksul ülkeler bugünün krizlerinde ve geçmişin travmalarında sıkışmaktadır. Bu durum yalnızca ekonomik bir eşitsizlik değil; aynı zamanda zamansal bir adaletsizliktir.
Emperyal sermaye bu eşitsizliği tesadüfi değil, yapısal biçimde üretir. Zamanın kimin için hızlandığı, kimin için donduğu; kimin hangi zaman diliminde yaşamak zorunda bırakıldığı, bu sermaye düzeninin stratejik tercihlerine göre belirlenir. Bu süreçte medya, tek başına belirleyici değil ama etkili bir yeniden üretim aracıdır. Özellikle ABD merkezli medya ve dijital platform tekelleri, hızlı tüketilen haber döngüleriyle, krizlerin birbiriyle yarıştırıldığı gündemlerle, geçmişin unutulduğu ve geleceğin yalnızca yatırım fırsatları olarak görüldüğü bir içerik rejimiyle bu adaletsizliği besler.
Bu rejim, küresel olarak neyin önemli, neyin acil, neyin artık “geç” olduğunu belirleyerek zamanın ideolojik haritasını çizer. Bu harita; krizin olduğu yerin şimdisini, teknolojinin olduğu yerin geleceğini; direnişin olduğu yerin geçmişini silikleştirir.
Oysa bu gidişatın alternatifi mümkündür. Zamanın daha adil bir biçimde paylaşılması; başka coğrafyaların ve halkların da gelecekle temas kurabileceği bir medya ve düşünce düzeni, yeni bir epistemolojik devrim anlamına gelir. Bu devrim, medya içeriklerinin yalnızca olaylara odaklanmasını değil; süreçlere, bağlama, geçmişin tortularına ve geleceğin ihtimallerine odaklanmasını gerektirir.
Latin Amerika’daki halk medyası, Afrika’daki dijital arşivler, Filistinli gazetecilerin tarihsel sürekliliği görünür kılma çabaları bu tür alternatif zaman yazımlarının örnekleridir. Zaman yalnızca metropollerde değil; çevrede de yazılabilir.
Akademi, gazetecilik ve sivil toplumun birlikte yeniden düşüneceği şey, zamanın bir doğa yasası değil; siyasal ve sınıfsal bir kategori olduğudur. Orta Doğu’da zamanı donduran etkenler sadece politik değil; yapısaldır. Avrupa’daki hızlanma ise doğal değil, ABD destekli sermaye mimarisinin mühendislik ürünüdür.
Bu noktada medya çalışanlarının ve izleyicilerinin önünde kritik bir soru duruyor:
“Zamanı kim anlatıyor? Kim hızlandırıyor, kim yavaşlatıyor, kim durduruyor? Ve biz bu zamanın neresindeyiz?”
Bu sorular, yalnızca teknik değil; etik ve siyasal sorulardır. Çünkü medya yalnızca bilgi değil; gelecek üretir. Ve o geleceğin kimlere ait olacağı, bugünden nasıl bir zaman tahayyülü kurduğumuza bağlıdır.
Aynı Anda Yaşamak Mümkün mü?
Avrupa ile Orta Doğu arasında yalnızca coğrafi bir ayrım yoktur; çok daha derin, çok daha yapısal bir zamansal uçurum vardır. Bu uçurumun nedeni teknoloji farkı ya da kültürel gecikme değildir. Esas fail, ABD merkezli emperyal sermayenin kurduğu küresel tahakküm düzenidir. Bu düzen, yalnızca kaynaklara değil; aynı zamanda zamana da hükmeder.
Orta Doğu’nun zamanı, geciktirilmiş, dondurulmuş ve krizlere mahkûm edilmiş bir zamandır. Bu zaman, sermayenin müdahalesiyle değil, bilinçli olarak müdahalesiz bırakılmasıyla biçimlenir. Geleceksiz bırakılan toplumların zamanı, şimdininkilerle sınırlanır; bu da halkların örgütlü hareket etmesini, direnmesini ve alternatif bir yarın kurmasını engeller. Zamansızlık, baskı kadar etkili bir kontrol biçimidir.
Diğer yanda Avrupa ve Kuzey Amerika merkezli yapılar ise zamanı hızlandırarak, kendi normlarını evrenselleştirerek ve “ilerleme”nin yalnızca kendi öngördükleri biçimlerde mümkün olduğunu dayatarak zamanı silah hâline getirir. Bu zaman artık ideolojik, siyasi ve ekonomik bir baskı aygıtıdır.
Emperyal güçlerin geleceği tanımladığı; çevre halkların ise geçmişte yaşamaya zorlandığı bu düzende, “aynı anda yaşamak” sadece teknik olarak değil, ahlaken de mümkün değildir.
Ancak bu yazının ortaya koymaya çalıştığı gibi, bu eşitsizlik bir doğa yasası değil; sermaye kaynaklı bir inşa edilmişliktir. Ve her inşa gibi, bu da yıkılabilir.
Zamansal adalet mümkündür. Başka halkların da kendi zamanlarını kurması, kendi geleceklerini tasarlaması ve aynı anda yaşama hakkına sahip olması mümkündür. Bunun yolu, zamanı yeniden birlikte kurmaktan geçer.
Çünkü aynı anda yaşamak mümkünse, bu ancak zamanın tahakkümünden kurtulmuş bir dünyada mümkündür.
Görsel: UNICEF, medium.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: