Dünya haritası yeniden çizilmiyor, ama ekseni kayıyor. Yüzyıllardır ekonomik, teknolojik ve politik gücün merkezi olarak görülen Batı, ilk kez kalıcı bir ağırlık değişimini hissediyor.
Bu değişim ne bir savaşla başlıyor ne de bir devrimle; sessiz ama sürekli biçimde ilerleyen bir kayma, üretimden tüketime, merkezden çevreye doğru yön değiştiriyor. Bu yönün adı artık “Güney.” “Soğuk Savaş” sonrası küreselleşme dönemi, sermayenin Batı’dan Asya’ya doğru akışıyla yeni bir denge kurmuştu; ancak 2020’lerin sonunda bu denge, Batı’nın alıştığı tek yönlü ekonomik üstünlüğün kırılmasıyla birlikte daha derin bir dönüşüme evriliyor.
Küresel Güney olarak adlandırılan geniş alan -Latin Amerika’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Güney Asya’ya uzanan coğrafya- bugün yalnızca ucuz iş gücü ya da hammadde deposu değil, küresel ekonominin üretim, yatırım ve stratejik büyüme ekseni haline geliyor. Çin’in 2000’li yıllardan itibaren başlattığı “Kuşak ve Yol” girişimi, altyapı yatırımlarını yalnızca ekonomik değil, jeopolitik bir araç olarak kullandı. Bu hat, demiryolları, limanlar, enerji koridorları ve dijital ağlarla örülerek Batı’nın finansal sistemine alternatif bir bağlantı haritası oluşturdu. Aynı süreçte Hindistan, Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi ülkeler yalnızca üretim merkezleri değil, karar verici bölgeler haline geldi. Güney Afrika, Brezilya ve Nijerya gibi aktörler ise doğal kaynak zenginliklerini kullanarak küresel pazarlıklarda söz sahibi olmaya başladı.
Bu tabloyu önemli kılan şey, “Güney’in yükselişi”nin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve stratejik bir karşı duruş biçimine dönüşmesidir. Çünkü Güney ülkeleri artık Batı’nın modelini kopyalamıyor, kendi kalkınma biçimlerini yaratıyorlar. Çin’in devlet destekli planlama ekonomisi ile Hindistan’ın özel sektör merkezli büyüme modeli birbirinden tamamen farklı olsa da, her ikisi de Batı karşısında aynı eksende yer alan ekonomik alternatifler olarak yükseliyor. Afrika’da Çin, Hindistan ve Körfez sermayesinin oluşturduğu altyapı ağları, IMF politikalarının belirlediği eski bağımlılık döngüsünü kırıyor. Bu ağlar yalnızca ekonomik değil, siyasal bir yeniden yapılanmanın da temellerini atıyor.
Batı için bu dönüşüm, yalnızca bir ekonomik meydan okuma değil, aynı zamanda bir kavramsal krizi de ifade ediyor. Yüzyıllardır “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” gibi kategorilerle tanımladığı dünya artık bu şemaya sığmıyor. Üretim, ticaret, yatırım ve teknoloji merkezleri artık aynı coğrafyada toplanmıyor. Almanya’nın endüstriyel gücü Çin’in üretim kapasitesine; ABD’nin tüketim ekonomisi Hindistan’ın hizmet endüstrisine; Avrupa’nın finans sistemi Körfez fonlarına bağımlı hale geldi. OECD raporlarına göre, tedarik zincirlerinin tamamen yerelleştirilmesi küresel ekonomiyi yüzde 10’dan fazla daraltabilir. Yani “bağımsızlık” çağrıları, gerçekte yeni bir bağımlılık biçimini doğuruyor.
Batı’nın tepkisi, bir tür ekonomik savunma hattı kurmak oldu. ABD’nin Çin’e yönelik teknoloji ihracat kısıtlamaları, Avrupa’nın tedarik zincirlerini kısaltma girişimleri, Japonya ve Güney Kore’nin yarı iletken üretiminde ulusal kapasite arayışları bu hattın parçaları. Ancak bu politikalar kısa vadede koruma sağlarken, uzun vadede üretim maliyetlerini yükseltiyor. Batı üretimi içeride tutmaya çalıştıkça, Güney ülkeleri çeşitleniyor ve birbirine alternatif üretim merkezleri haline geliyor. Artık yalnızca Çin değil, Hindistan, Endonezya, Mısır ve Suudi Arabistan da küresel üretim zincirinin yeni düğüm noktaları konumunda.
Bu yeni dönemin temel kavramı “jeoekonomik çok merkezlilik.” Ekonomik güç artık tek bir blokta toplanmıyor, farklı merkezler arasında dağılmış bir şekilde büyüyor. 20. yüzyılın haritaları petrol boru hatlarıyla çizilmişti; 21. yüzyılın haritaları ise veri kabloları, enerji ağları ve dijital koridorlarla yeniden yazılıyor. Körfez ülkeleri artık yalnızca petrol satıcısı değil, dijital altyapı yatırımcısı. Çin yalnızca üretici değil, enerji depolama teknolojilerinde öncü. Hindistan ise hizmet sektörünün ötesine geçip uzay teknolojilerinde de görünür bir güç haline geldi.
Türkiye: Dengenin Yeni Kavşağında
Türkiye bu dönüşümün tam kavşağında yer alıyor. Bir yandan Avrupa pazarına erişimi, NATO üyeliği ve Batı finans sistemine entegrasyonu sürerken, diğer yandan Asya, Orta Doğu ve Afrika ile derinleşen enerji, lojistik ve üretim iş birliklerini güçlendiriyor. Bu çift yönlü yapı, Türkiye’ye “denge ülkesi” kimliği kazandırıyor. Orta Koridor, Zengezur hattı ve Basra bağlantısı gibi projeler, artık yalnızca bölgesel değil küresel tedarik zincirinin stratejik uzantıları haline gelmiş durumda. Türkiye’nin enerji geçişindeki rolü –özellikle doğal gaz, yeşil hidrojen ve yenilenebilir enerji hatları– onu üretici, geçiş noktası ve dengeleyici bir aktör haline getiriyor.
Ancak bu avantaj, dikkatle yönetilmesi gereken bir kırılganlık da içeriyor. Zira çok kutuplu sistemin getirisi kadar yükü de vardır. Türkiye’nin gücü, yalnızca coğrafi konumundan değil, aynı anda Batı ve Güney arasında kurduğu dengeyi sürdürebilme yeteneğinden gelecektir. Yeni eksenin merkezinde olmak, yalnızca fırsat değil; sürekli değişen güç dengeleri içinde esnek ve çok yönlü bir diplomasi zorunluluğu da getirir.
Yeni Eksen, Eski Gerçek
Bugün dünya, tarih boyunca ilk kez ekonomik gücü Batı’dan Doğu’ya değil, Kuzey’den Güney’e kaydıran bir sürecin içinden geçiyor. Ancak bu kayma ne tam bir devrim ne de bir eşitlik vaat ediyor; yalnızca dengenin yönünü değiştiriyor. Batı ekonomik üstünlüğünü kaybederken, kültürel etkisini sürdürmeye çalışıyor. Güney üretimin merkezine yerleşiyor ama adil bir paylaşım düzeni kurabilmiş değil.
Küresel ekonomi büyüyor ama daha adil olmuyor; yalnızca daha karmaşık hale geliyor. İnsanlık, küreselleşmeden çıkmadı; sadece yönünü değiştirdi. Artık haritalar kuzeyin sanayi şehirleriyle değil, güneyin limanları, veri merkezleri ve enerji koridorlarıyla okunuyor. Güney yükseliyor, ama adalet hâlâ yer çekimine bağlı: Yukarıya değil, aşağıya doğru işliyor çünkü güç hâlâ yönünü değil, yalnızca merkezini değiştirdi.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: