İnan Özbek
Ekonomi ve finans dünyası ağırlıklı olarak beklentilerle hareket ederek ileride gelişebileceğini düşündüğü olaylara göre kendisine bir yön çizer.
Ekonomik ve finansal beklentilere rengini veren asıl unsur ise; hemen her alanda olduğu gibi bu alanda da, çoğu zaman gerçekliğin önüne geçen ve ona baskın gelen algılardır.
Korkunun ekonomi terminolojisindeki adı risk algısıdır. Korkunun yani risk algısının artması ise, ekonomik gidişatın yönünü belirleyen beklentileri bozarak risk primi denilen ve riskle doğru orantılı olarak artan bedelin, örneğin kredi olarak verilen paranın karşılığında istenen faizin artması sonucunu doğuracaktır.
“Alınan risk artarsa fiyat (bedel) de artar” yolundaki temel finansal denklem, risk algısının mümkün olduğunca hafifletilmesinin bir ekonomik yapı için hayati önemini ortaya koyar.
Risk algısı ve ekonomik korku o derece hassas ve kaygan bir zemin üzerinde durur ki, algı iyi yönetilmediği zaman “nosebo etkisi” (*) denilen ve bir durumun kötü olduğunu ve daha da kötüye gideceğini düşünmenin, bunu sürekli tekrar etmenin, durumu gerçekten kötüleştireceğini ifade eden bir sendromun yaşanmasına yani kehanetin kendini gerçekleştirmesine yol açar.
Bir ekonominin mevcut sorunlarından kaynaklanan risk algısının düşürülmesi, nosebo etkisinin işlemesinin önlenebilmesi açısından ekonomik karar vericilerin baş gündem maddesi olmak durumundadır.
Bu temel görevin ihmal edilmesi ve savsaklanması, mevcut risk algısını büyüterek yatırımcıların pozitif ekonomik kararlar vermelerini güçleştirecek, onları içe kapatarak bekle-gör politikası izlemelerine neden olacak ve bu durum da o ekonominin risk priminin artmasına, yatırım ortamının bozulmasına ve sonuç itibarıyla sorunların derinleşmesine yol açacaktır.
Ülkemiz ekonomisinin önemli makro sorunları olduğu ve bu durumun gerek ülke içindeki ve gerekse dışarıdaki ekonomik aktörler nezdinde belli bir risk algısı yarattığı muhakkak.
Çoğu zaman ekonomik gerçekliğin önüne geçerek sorunları olduğundan daha büyük gösteren işte bu risk algısıyla mücadele ederek onu hafifletmek, sorunlarımızın çözülebilmesi için ekonomik karar vericilere büyük bir fırsat penceresi açacaktır.
Risk algısını düşürebilmek için ise; entelektüel kapasitesi ve yerinde analizleriyle, saygıyla ve dikkatle takip ettiğimiz Mahfi Eğilmez hocamızın sıklıkla tekrarladığı gibi “riskleri ortadan kaldırmaya çalışmak” yani risk algısını körükleyen ve başta rasyonel ve öngörülebilir ekonomik politikalar uygulanacağına dair kaygıları bertaraf etmek ve bununla birlikte özellikle hukuk devleti ile ilgili eksiklerimizi gidermeye çalışmak en öncelikli meselelerdir.
Ülkemizin, özellikle dış dünya nezdindeki risk algısını azaltmaya dönük söz konusu adımları atabilirsek eğer, işte o zaman CDS (Kredi Risk Sigorta Primi ) oranı denilen, uluslararası yatırımcıların bir ülkeye yatırım yaparken ve yine uluslararası finans kuruluşlarının bir ülkeye kredi açarken baktıkları temel gösterge olan bu oranı aşağıya çekmek ve sonuç itibarıyla doğrudan (sabit) sermaye yatırımları ve dış finansal yatırımlar anlamında yatırım yapılabilir bir ülke olmamız mümkün olacaktır.
(*) Hastanın, ilacın kendisine yan etkiler getireceğine inanması nedeniyle, farmakolojik olarak etkisiz bir ilaç verilse bile hastanın beklediği yan etkilerin görülmesi durumu.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.