İnan Özbek
Günümüzün dünya ekonomisi, iyi yüzebilenlerin hayatta kalabileceği, acemi yüzücülerinse boğulup gideceği dev ve ürkütücü bir okyanusu andırıyor.
Küreselleşerek ülkelerin hatta kıtaların ötesine uzanan boyutlarıyla, yarattığı karşılıklı bağımlılıklar ve gittikçe artan karmaşıklığıyla dünya ekonomi okyanusunda doğru rotada ilerleyebilmek, her geçen gün zorlaşmakta ve hayli maharetli olmayı gerektirmekte.
Kuralları çoktan konulmuş bulunan küresel ekonomi oyununda, yeni kural koyma, var olanları değiştirme, kartları yeniden karma ya da oyunu oynamama lüksüne sahip olmayan bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için mümkün olduğunca kuralına göre oynamak neredeyse bir zorunluluk.
Küresel ekonomik sistem, çoğunlukla gelişmiş büyük ekonomilerin lehine, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin aleyhine işlese de, kendimizi dünyadan izole edip bir kenara çekilme seçeneğimiz kalmadığına göre, söz konusu bu yapı içerisinde ilerlemeye ve kalkınmaya çalışmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok.
Bunun ötesinde; kulağa hoş gelen “ekonomik tam bağımsızlık” ya da “kendi kendine yeterlilik” gibi söylemler yakın zamanda gerçekleşebilecek temenniler olmaktan çok, retorik olarak kalmaya mahkum sözler ne yazık ki.
Ülkemizde, son birkaç yıldan beri uygulanan makro ekonomik politikaların ana eksenleri, ekonomi biliminin genel kabul görmüş yargılarının dışında oluşturulmuştu. Ancak geçen yılların ve bugünün makro ekonomik görünümümüze bakıldığında, bu politikaların açıkça başarısız oldukları görülüyor.
Özellikle de 2021 yılının Eylül ayında, enflasyon hızla yükselirken ve bu sürecin daha da ivmelenerek devam edeceği anlaşılmışken, alışılmadık biçimde politika faizinin %19’dan kademeli olarak %14’e indirilmesi, beklendiği gibi enflasyonu dizginlememiş, döviz kurlarının hızla yükselmesi, kurun geçişkenlik ve maliyetleri artırıcı etkisinden dolayı tam tersine enflasyonun çok daha hızlı biçimde yükselmesine sebep olmuştu.
Öte yanda da, politika faizinin indirilerek piyasa faizlerinin bu yolla düşmesi beklenirken, tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış, öteki faizler politika faizini takip etmemiş, bono ve tahvil yani devletin borçlanma faizleriyle beraber, bireysel ve ticari kredi faizleri de hızla yükselmiş, hatta ticari kredi faizleri %40’lı rakamlara çıkmıştı.
Politika faiziyle piyasa faizleri arasındaki ilişkinin tamamen koptuğu bu süreçte, para politikasının en önemli aracı olan politika faizi devre dışı kalmış, faizsiz para politikası yürütmek durumunda kalan Merkez Bankası da, doğal olarak piyasa yapıcılığı rolünü yitirmişti.
Dünyanın ekonomik gidişatının yanlış okunması, ülkemizin ekonomik dinamiklerinin yeterince kavranamamış bulunması, ayrıca da genel kabul görmüş makro ekonomi ilkelerine ters bir biçimde kurgulanan politikalar, haliyle beklentilerin tam aksi sonuçlar sonuçlar doğurdu maalesef.
Son olarak; siyasi otoritenin adına ‘Yeni Ekonomi Modeli’ dediği ve yüksek döviz kurlarının da teşvikiyle ihracatın hızla arttırılması, pahalılaşacak olan ithalatın kendiliğinden azalması, bu yolla, cari açık ve döviz kıtlığı sorunlarının çözülerek cari fazla yaratılması, böylece büyük ölçüde döviz kurlarının yükselmesinden kaynaklanan enflasyonun kontrol altına alınması mantığına dayanan model şimdiden büyük yara aldı.
Şöyle ki; kurların yükselmeye devam etmesi öte yandan da, başta enerji ve gıda ürünleri ithalatında fiyatların hızlı yükselişini sürdürmesi nedeniyle, cari açık büyüyerek artmaya devam etmekte, enflasyonsa yavaşlama şöyle dursun, artış trendini hızlanarak sürdürmektedir.