1990 yılının bahar aylarıydı Bülent Ecevit Moskova’ya geldiğinde yani Sovyetler Birliği’nin dağılmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce. (*)
O anda resmi bir görevi yoktu, muhalefet lideriydi. Uluslararası bir toplantıda konuşma yapmak üzere gelmişti Moskova’ya. Toplantının yapılacağı nehir kenarındaki Mejdunarodnaya Oteli’ne Moskova’da görev yapan Türk gazeteciler olarak gittik, Ecevit’i bulduk, kendimizi tanıttık. Bizi son derece içten, kibar ve alçakgönüllü karşıladı. Zaten bu üç kelimeyi ondan ayrı düşünmek olanaksızdı.
Gazetecilik geçmişi nedeniyle biz genç meslektaşlarının işini kolaylaştırmak için toplantıda yapacağı konuşmanın metnini verdi. Bu tür toplantılarda konuşmacı genellikle önceden hazırladığı metnin aynısını okur. Metin elimizde olduğunu göre konuşmayı beklememize gerek yoktu, hemen gidip bürolarımızda haberi yazabilirdik.
Metni alan gazeteciler Ecevit’e teşekkür ederek otelden ayrıldı.
Ben hariç…
Gitmediğimi görünce, “Siz gitmiyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır!” dedim, “Konuşmanızı izlemek istiyorum….”
Beni tam olarak neyin tuttuğunu söyleyemem ama orada kalmam gerektiğini hissetmiştim. Belki de önseziydi.
Ecevit’in kibarca da olsa, “Siz gitmiyor musunuz” diye sormasının aslında önemli ve haklı bir nedeni vardı…
Gazetelerin çatısı sabah toplantısında çatılır yani konulacak haberler belirlenir, öğlenden itibaren haberler ulaşmaya başlar. Bir haberi gazeteye ne kadar erken gönderirseniz geniş yer alma olasılığı o kadar büyüktür. Gazetecilik geçmişi nedeniyle bu kuralı çok iyi bilen Ecevit’in konuşma metnini bize sabahtan vermesinin asıl sebebi de buydu zaten. Çünkü onun konuşması hatırladığım kadarıyla 14.00 civarıydı. Yani, konuşmasını yapacak, ben bitmesini bekleyeceğim, sonra büroya gideceğim, haberi yazıp gazeteye göndereceğim. Büyük olasılıkla haber gazeteye ulaştığında saat 17.00 civarı olacaktı yani artık sayfaların dolduğu ters bir saat.
Öğlen tekrar karşılaştık, konuşmasının bir saat ileri alındığını söyledi, yine çok kibar şekilde, “İsterseniz gidin, geç olmasın…” dedi.
Sakin görünümümün ardındaki inatçılığıma söz geçirmem olanaksızdı, ben de kibarca kalmak istediğimi yineledim. Kendisiyle ilgili haberin Milliyet’te kısa yer alma olasılığından duyduğu tedirginliği yüzünde hissettim ama kesinlikle ısrar etmedi.
Aslında konuşmanın sadece saati değil yeri de değişmiş, gazetecilerin izlemesine izin verilmeyen bir salona alınmıştı.
İnatla beklemeye devam ettim.
Sonunda kapı açıldığında herhalde saat artık 16.00’yı geçmişti.
Ecevit hızlı adımlarla yanıma geldi, heyecanlı bir sesle “İyi ki gitmemişsiniz!” dedi.
Meğerse kapalı kapılar ardında kıyamet kopmuş.
Toplantıya katılanlar arasında olan Rum lider Spiros Kipriyanu, Ecevit’in konuşmasının ardından söz almış, 1974 Barış Harekâtı nedeniyle onu suçlayan son derece sert bir konuşma yapmış, Ecevit ona yanıt vermiş, kısacası ortalık karışmış.
Ecevit bana bunları ayrıntılı şekilde anlattıktan sonra, “Gazetecilik sezgileriniz nedeniyle sizi kutlarım,” dedi. O anda nasıl gururumun okşandığını 25 yıl sonra bile hatırlıyorum…
Ertesi gün kavgalı toplantı haberi sadece Milliyet’te vardı, diğer gazetelerin muhabirleri sabah saatlerinde oradan ayrıldıkları için Ecevit’in kendilerine verdiği metni haberleştirmişlerdi. Gazetecilik deyimiyle hepsi asıl haberi atlamıştı!
Ecevit’in Moskova programını dakikası dakikasına öğrenmiştim. Ünlü Arbat Sokağı’nda karşısına dikilince gerçekten çok şaşırdı. Birlikte sohbet ederek Arbat’ı gezdik. Moskova’daki Enka şantiyesini gezmek, Türk işçilerle konuşmak istediğini söyleyince arabamla götürmeyi önerdim, kabul etti.
Şantiyenin yemekhanesinde toplanan işçiler onu olağanüstü coşkulu karşıladı. O sırada beklemediğim bir ana tanık oldum. Bir dakika öncesine kadar yanımda sakince oturan Ecevit yemekhaneye girince hemen bir sandalye bulup üzerine çıktı ve işçilere heyecanlı bir konuşma yaptı.
Politikacı Ecevit’i orada gördüm.
Aslında görev gereği artık Ecevit’i takip etmem gerekmiyordu, toplantı çoktan geride kalmıştı ama gazetecilik yaşamımda hiç yapmadığım bir şey yaptım, Moskova’dan ayrılıncaya kadar yanından ayrılmadım. Herhalde yaptığım küstahlık ya da en azından rahatsız edici bir tavırdı…
Ertesi sabah beni ünlü Puşkin Müzesi’nin kapısında kendisini bekler bulunca içinden ne geçti bilinmez ama yüzünde en küçük bir ifade değişikliği olmadı, “Günaydın Cenk Bey!” dedi…
Puşkin, dünyanın sayılı müzelerinden biridir, paha biçilemeyen tablolarla doludur. Birlikte müzeyi gezerken yine beni şaşırtan bir şey yaptı ve her tablonun önünde durarak en az 3-4 dakika boyunca o tablonun öyküsünü anlattı. Hatırladığım kadarıyla annesi ressamdı ama yine de sonsuz bilgisine hayran kaldım.
Moskova’da geçirdiği 3-4 gün süresince “dost olduk” demem abartılı olur ama aramızda bir samimiyet geliştiğini rahatça söyleyebilirim.
Şeremetyevo Havaalanı’ndan onu Türkiye’ye uğurlarken Sovyet ressamların eserlerinden oluşan bir albüm hediye ettim. Son derece mutlu oldu.
Döndükten birkaç hafta sonra Türk Büyükelçiliği’nden aradılar ve bana bir zarf geldiğini söylediler. Merakla hemen gittim, zarfın ortasında adım, sol üstte Bülent Ecevit yazısı, içinde ise hayatım boyunca saklayacağım 24 Nisan 1990 tarihli bir mektup vardı.
(*) Gazeteci Cenk Başlamış’ın “Rusya’nın Sırları” kitabından alınmıştır.
Not: Bu yazı Bülent Ecevit’in ölümünün 17. yılı nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.