Orta ve lise eğitimimi İstanbul Alman Lisesi’nde yaptım. Sekiz yıllık bu dönemde hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olamadım. Derslerden güç bela geçtim ama ailemin de büyük desteğiyle hiç sınıfta kalmadan Eylül 1974’te mezun oldum.
Bu dönemden bazı tatlı, gülümseten hatıralarım olduğu gibi, kırklı yaşlara kadar, ateşim çıktığımda kâbus olarak gördüğüm anılarım da var. Bugün size düşündükçe beni gülümseten, aynı zamanda düşündüren bir hatıramı anlatacağım.
Ortaokul dönemi bitip lise yılları başlayınca Almanca derslerinde dil bilgisi öğretimi sona ermiş, yerini edebiyat almıştı. Kafka, Bertolt Brecht, Thomas Mann, Max Frisch, Wolfgang Borchert gibi Alman, Avusturyalı ve İsviçreli yazarların eserlerini okuyorduk. Bu dersler, hocayla yapılan kritikler ve sınıfta yapılan tartışmalar nedeniyle bana çok zevk veriyordu.
Okumayı sevmeme rağmen her yaz ödev olarak verilen iki üç adet 300-400 sayfayı bulan romanlar ise beni bayağı zorluyordu. Yaz tatilini izleyen ilk yarı yıl bu kitapların kritiğiyle geçer, sınavlar bu kitapların içeriği üzerine yapılırdı.
Çok zorlandığım bir sınav Brecht’in kısa bir hikayesiyle ilgiliydi. Herr K. (*) isimli karakteriyle ilgili bu gerçekten çok kısa hikâye şöyleydi:
“Herr K. sokakta yıllar sonra çok eski bir dostuyla karşılaşır. Dostu kendisine ‘Hiç değişmemişsin’ der. Bunun üzerine Herr K. ‘Ah!’ der ve yüzü bembeyaz olur.”
Buna benzer ikinci bir Herr K. hikâyesi daha vardı. Her iki hikayeyi değerlendirmemiz istenen sınavın süresi 5 saat 15 dakikaydı. Brecht’in iki cümlelik iki anlatısı ile ilgili iki üç sahifelik bir değerlendirme yazardık. Sınavın başlangıcında uzunca bir süre tıkanıp kalan, hiçbir şey yazamayan, sonra açılıp yazmaya başlayan çok arkadaşımız olurdu.
Alman edebiyatının yanı sıra, okuduğumuz Antigone gibi klasik Yunan edebiyatı eserlerinden ise çok sıkılırdım.
10, 11,12. sınıflarda Almanca edebiyat derslerine sınıfımıza çok değerli bir hoca gelirdi: Frau (Bayan) Dr. Hoffman. Bu hocamız bize okuduğumuzu anlama, kritize etme, analitik düşünme konusunda büyük katkılarda bulunmuştur.
Dr. Hoffman’dan ders almam daha sonraki yaşamımda beni çok olumlu etkilemiştir. Okuduğum, duyduğum her şeyi sorgulamayı, komplo teorilerine, milleti ahmak yerine koyan politikacılara inanmamayı, iş hayatımda ve özel yaşamımda karşıma çıkan her sorunu artısıyla eksisiyle değerlendirip bir sonuç çıkarabilme yeteneğimi büyük oranda Dr. Hofmann’a borçluyum.
Sınıfta etkileşimi ve tartışmayı seven biri olarak, Dr. Hofmann’ın dersinde kırdığım bir potu da hiç unutmam.
O zamanlar edebiyat derslerinde Nazi dönemi ve İkinci Dünya Savaşı çok yoğun anlatılırdı. Bu anlatımlardan bazen Nazilerin uzaydan geldiği ve Alman toplumunu kontrollerine aldığı, onlara çok acılar çektirdiği izlenimini de almak mümkündü ama bir günah çıkarma seansı olarak da değerlendirilebilirdi. Müfredat büyük bir olasılıkla Nazilikten arınmış yeni bir Alman toplumu yaratmak için tasarlanmıştı. Bu konular konuşulurken tabii Yahudi soykırımı da yoğun olarak gündeme gelirdi.
Bir gün yine bu konu gündeme geldiğinde Frau Hofmann Yahudiler hakkında ne düşündüğümüzü sordu. Ben elimi kaldırıp söz istedim ve “Yahudileri tüm insanlar gibi birey olarak çok severim. Örneğin sınıf arkadaşımız Viktor’a karşı hislerimle, herhangi bir arkadaşıma karşı olan hislerim arasında bir fark yoktur. Ancak Yahudiler bir toplum olarak değerlendirildiğinde durum değişir. Zira her konuda kendilerini kollamaları, birbirlerinden alışveriş etmeleri vs. beni rahatsız ediyor. İsrail’in Filistin’de yaptıkları da hiç hoş değil. Belki de bunları, yıllarca ezilmiş, ayrımcılığa tabi tutulmuş olmalarından kaynaklanan toplumsal bir travma sonucu ortaya çıkan korkuları nedeniyle yapıyorlar” dedim.
Sınıftaki pek çok arkadaşım da bu değerlendirmemi destekledi. Frau Hofmann ise beni, zaman zaman düşünceli bazen de gülümseyerek ama büyük bir ilgiyle dinledi ve konuşmam bittikten sonra da teşekkür etti.
Aynı akşam babam yemekte okulda o gün olup bitenleri sordu. Ben de, “Almanca edebiyat dersi vardı. Hoca bana söz verdi, ben de düşüncelerimi anlattım, çok beğendi” dedim.
Babamın tepkisi ise şöyle oldu:
“Oğlum Hofmann soyadı genellikle Alman Yahudileri tarafından kullanılır. Büyük bir olasılıkla Frau Dr. Hofmann da bir Yahudi! Duyduklarına kim bilir ne kadar üzülmüştür.”
Farkında olmadan büyük bir pot kırmıştım ve hocamız beni büyük bir ağırbaşlılıkla dinlemişti. Eğer daha sonraları hatıralarını yazmışsa mutlaka bu olaya da yer vermiştir.
O günden sonra bana karşı tutumunda en ufak bir değişiklik olmaması da bana ayrı bir ders olmuştur. Ne de olsa eğitim yaşamımda öğrenciye takan pek çok psikopat hoca ile de karşılaştım.
Yazımı bitirmeden şunu da belirteyim ki, günümüzde 19 yaşındayken sınıfta yaptığıma benzer bir yorumu Batı dünyasında yaparsanız büyük bir olasılıkla antisemitizmle, yani Yahudi düşmanı olarak damgalanırsınız. Başınız da belaya girebilir.
(*) Brecht’in bu kısa hikayeleri “Bay Keuner’den Öyküler” adı altında Türkçeye de tercüme edilmiş ve 1994 yılında Mitos Yayınları tarafından yayınlanmıştır.