Bir önceki yazım dil öğrenmenin yeteneğe değil çalışmaya bağlı olduğunu savlayanlardan yanaydı. Bu yazım ise tersini savunacak. Bence ikisini de okuduktan sonra Nasrettin hocanın torunu olarak siz de her iki tarafa hak vereceksiniz.
15 yıl kadar önce atalarımın ana yurdu olan Abhazya’yı görmeye karar verdim. Turla seyahati sevmem ama Abhazca bilmediğim için dil sorunu olabileceğini de öngördüm. Abhazca bilen dostum ve akrabam Melike de benim gibi ata vatanını görmek istediği için yoldaş ve tercüman olarak onu da gezime kattım. O sıralar kızım Rusça öğreniyordu. Kiril alfabesini okuyabiliyor ve basitçe de olsa konuşabiliyordu. Rusça Abhazya’nın da resmi diliydi. Ayrıca Abhazya’ya gitmek için Rusya’dan geçmemiz gerekiyordu. Böylece kızımı da bu seyahate dahil ederek her iki dilin birden tercümanıyla yola çıktım.
İlk sorunu daha sınırda yaşadık. Kızımın gayet kitabi olan Rusçasını polis anlıyor ama onun yanıtını kızım anlayamıyordu. Bütün gezi boyunca da dil sorunumuz sürdü. Çünkü Melike’nin Abazacası Türkiye’ye göçmüş atalarının uyumu sayesinde epeyce Türkçeleşmişken, Abhazya yerlilerinin Abazaçası da giderek Rusçalaşmıştı. Sonuçta ortak dil olmasına rağmen anlaşma sorunları yaşanması 150 senelik ayrı yaşamdan sonra çok normaldi.
Ancak normal olmayan şey Melike’nin anlayamadığı durumlarda araya girip “bak adam şunu demek istedi” deyişim ve de haklı oluşumdu. “Sen bilmiyorum diyorsun ama biliyorsun” diyerek Melike bana kızmaya başladı. Oysa gerçekten bilmiyordum ama anlıyordum.
Bu durumun nedenini anlamaya çalıştım. Konuşmaların içinde geçen tek bir kelimeyi bile bilmiyordum. Duyduğum cümlenin öznesi ne yüklemi ne onu bile ayırt edemiyordum. Ancak kabaca anlamını çıkarabildiğime göre olsa olsa beden dilini okuyordum. Mantıklı tek açıklama buydu. Zaten konuşulan konular dar bir çerçevedeydi. Örneğin kiraladığımız arabanın sürücüsü bize ne diyor olabilirdi ki gidilecek yeri sormak ve fiyatta pazarlık yapmak dışında. Felsefi bir tartışmayı anlıyor değildim ya.
Abazaca bilmiyordum ama İngilizce biliyordum. Gerçi klasik lise eğitimimde kolejde okuyanlar gibi doğru dürüst İngilizce öğrenmemiştim. Ancak İngilizce kitapları ve yayınları okumadan mesleğimi yürütemeyeceğim için kendi kendime çabalayıp öğrenmiştim. Öğrendiğim bir yanılsama da değildi çünkü benim gibi düz lise mezunlarının ne kadar çalışsalar da bir türlü geçemediği KPDS sınavını başarıyla geçmiştim. Bu sınavın henüz doğmadığı tarihlerde yaptığım İngiltere gezisinde de gündelik konuşmalarda sorun yaşamamıştım. Katıldığım uluslararası kongrelerdeki sunumları pekâlâ anlıyordum. En ağır dille yazılmış tıbbi makaleleri ya da romanları okurken de sorun yaşamıyordum.
60’ıma merdiven dayamışken göçtüğüm Amerika’da ise hiç ummadığım bir sorunum oldu. Konuşulan dili hiç anlamıyordum. En basit konuşmaları bile anlayamıyordum. Alışverişte kasiyerin dediklerinden de kapıda sorgulama yapan bina görevlisinin sorduklarından da hiçbir şey anlamıyordum. Acaba yaşlanmış, bildiklerimi unutmaya mı başlamıştım? Kendimden, bilgimden, yeteneğimden her şeyden şüpheye düştüm. Kendimi salak gibi hissetmeye başladım.
İşte o köşeye sıkışmış günlerimde aklıma Abhazya’daki dil becerim geldi. Orada anlayan ile burada anlayamayan ben arasındaki fark neydi? Geçen zaman mı yoksa psikolojim mi? Öyle ya, Abhazya’dayken keyfim katmerliydi. İki rehberimle beraber geziyor, eğleniyordum. Amerika’da ise her şeyimi terk etmiş vaziyette sıfırdan bir hayat kurmaya çalışıyordum. Stres altındayken beynin düzgün çalışamadığı, tersine keyifliyken en verimli hale geldiği bilimsel bir gerçektir. Neden bu kadar basit olmalıydı…
Ancak bu açıklama beni kesmedi. Amerika’da bir kasiyerin dedikleri Abhazya’da bir şoförün dediklerinden çok daha geniş kapsamlı olamayacağına göre beden dilini okumam nerede kalmıştı? Bilmediğim bir dili konuşanın mimik ve jestlerinden ne dediğini anlayabildiysem bildiğim bir dili konuşanınkini niye anlayamıyordum?
Amerika’da dil bilim uzmanı olan arkadaşım Gülşat bir gün bir makale gönderip Nörolog olarak fikrimi sordu. Bu yazı Kanada’da yapılan bilimsel bir çalışmada incelenen üç grup bebeğin incelenen MR görüntülerini anlatıyordu. Birinci grubu oluşturan bebeklerin anne ve babalarının ana dilleri İngilizceydi ve bebeler doğdukları andan itibaren sadece İngilizce duymuşlardı. İkinci grup bebelerin ana babaları Kanada’da yaşayan Çinlilerdi ve onlar da doğdukları günden itibaren Çince duymuşlardı. Üçüncü grup bebeklerse Kanadalılarca Çinli ailelerden evlat edinilmiş bebeklerdi. (Yakın zamana kadar Çin’in tek çocuk politikası çok sıkı olduğu için, feodal kafalı aileler oğlan çocuk için şanslarını tekrar denemek isteyip bebek kız olduğunda nüfusa kaydetmeden yani devlet daha fark etmeden aracı çetelere veriyordu. Bu yüzden Amerika ve Kanada’da evlat edinilen çocukların çoğunluğu Çinli kız bebeklerdir.) Üçüncü grubu oluşturan bu bebeler hiç Çince duymadan Kanadalı ailelerde İngilizce duyarak büyüyenlerdendi.
Her 3 gruba da Çince dinletilirken beyin MR görüntüleri alınmış ve ikinci ile üçüncü grubun beyinlerinde aynı görüntüler saptanmıştı. Tekrarlıyorum: Henüz konuşamayan bu bebelerin aileleri Kanadalı olup İngilizce duyarak büyüyenleri Çinceye hiçbir tepki vermezken, Kanadalı ailelerinden İngilizce duyarak büyüyen ama aslen Çinli olan bebekler, Çinli ailelerinde Çince duyarak büyüyenler gibi fiziksel tepki veriyor yani ömürleri boyunca duymadıkları Çinceyi anlıyorlardı.
Arkadaşım bana bunun nedenini sorduğunda ilk aklıma gelen ana karnındayken ana dillerini duyup öğrendiklerini düşünmek oldu. Bebeklerin anne karnındayken annelerinin sürdüğü parfümün kokusunu bile öğrendikleri biliniyor. Bu oldukça mantıklı bir açıklamadır. Neden bu kadar basit olmalıydı. Ancak kendi yaptığım bu yorum beni kesmemişti…
Beynin oluşumu konusunda ders anlatmaya çoğunlukla şu soruyla başlarım: Doğduğumuzda beynimiz bomboş bir defter gibi midir yoksa dopdolu bir kitap gibi mi?
Kimi boş defter der, kimi de kitap. Bu cevaplar özelikle karakter yorumları için çok önemlidir. Defterciler çevre faktörlerini önemseyenlerdir; tümüyle masum olarak doğan bebeklerin bazılarının göre alışa kötü karakterlere dönüştüklerini düşünürler yani eğitim sistemlerini suçlarlar. Kitapçılar ise ırkçıdır; kötü soylardan türeyenlerin bütün kötülüklerden sorumlu olduğunu, iyi insanların ise asil sülalelerin devamı olduğunu düşünürler yani eğitimle falan adam olmayacakları kanısında olduklarından bazı soyların tümden yok edilmesi gerektiği, yok edilemeyenlerin de köle gibi ayak işlerinde kullanılmasını hak ettikleri kanısındadırlar. Çoğunluk ise orta yolcudur; birazı yazılmış bir defter ile doğduğumuzu söyleyerek konuyla çok da ilgilenmediklerini vurgulamış olurlar. Bu karşıt görüşler düşünürlerde de epeyce vücut bulduğu için capcanlı yaşamaya devam etmektedir.
Ben her şey gibi karakterin de kalıtımsal ama eğitimle dönüştürülebilir bir şey olduğu kanısındayım. Bütün insanlık gelişimini yok sayarak kendi doğumumuzu milat saymanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Freud gibi düşünüp her şeyi kendi çocukluğumuza endekslemenin karşısındayım. İnsanlığın bütün geçmişini sırtlanarak var olduğumuzu düşünüyorum. Bu kapsamda bırakın kitabı, devasa bir ansiklopediyle doğduğumuzu, fiziksel özelliklerimiz gibi karakterimizin de ansiklopedimizde yazılı olduğu kanısındayım.
O ansiklopedi sayesinde pek çok şeyi öğrenmeden bildiğimiz konusunda ısrarcıyımdır. Kendi ömür süremizde deneyimleyerek öğrendiklerimizin ise sayfa kenarına iliştirilen ek bilgiler gibi güdük gedik notlar olarak o devasa ansiklopediye eklendiğini düşünürüm. Ancak çocuk sahibi olana kadar eklediklerimizi yeni kuşağa geçirilebildiğimizi, sonradan öğrendiklerimizin ise mezarlarımızda çürüdüğüne üzülürüm. Yüz binlerce yıldır yeryüzünde dolanan atalarımızın gençliklerinde deneyimledikleriyle büyüdükçe büyüyen bir ansiklopedinin mirasçısı olduğumu düşünmemin kanıtlarını da aradıkça bulurum. Dil öğrenme meselesi de bunlardan biridir.
Ben yaşam dönemimde öğrenmemiş de olsam atalarımın dilini (Abhazcayı) daha kolay çözebilirken, atalarımın hiç karşılaşmamış olduğu bir dili (İngilizceyi) öğrenmekte zorlanabilirim. Çünkü beynin insanlık tarihi sürecinde yeni öğrendikleri yüzeyseldir, köksüz bitkiler gibi kolayca savrulur. Oysa ataların dili derinlerde bir yerlerde yaşamayı sürdürür ve siz o derinleri kazır ve tohuma yeterli gübreyi verirseniz yüzey bitkisinden daha kolay yeşerip boy verir, kolay kolay da ölmez.
Benim bu iddialı varsayımın (!) kanıtlarını polyglot denilen çok dil bilenler kişilerde aramak gerekir. Onların kendi ailelerinde çok dil konuşulmuyorsa bile, atalarının hiç değilse birkaç jenerasyon gerisine bakmak ve ailelerinin etnik köken yani dil açısından ne kadar çeşitlilik barındırdığını araştırmak gerekir. Yeni teknolojilerin sunduğu genetik araştırmaların da bu konuda yol gösterici olacağı kanısındayım. Bence poliglotlarda ata mirasında dil çeşitliliği olmalı.
Bu sav doğru olamaz diyenlerin bana yetenek denilen şeyin ne olduğunu açıklamaları gerekir. İkna edici bir açıklama duyana kadar ben kendi uydurduğum sava inanmaya devam edeceğim. Bu kapsamda resme doğuştan meraklı bebelerin atalarının da mağara duvarlarına bizon resmi karalayan avcılar olduğunu, müziğe doğuştan meraklı olan bebelerin atalarının da saz gövdelerini üfleyen çobanlar olduğunu sanmaya devam edeceğim. O kadar geriye gitmeye gerek yok diyenlere de katılıyorum. Birkaç kuşak öncesinin bile yeteneklerimizi etkilediğini itirazsız kabulleniyorum.
Ata mirasının yabana atılamayacağını, atalarımızın yeteneklerinin DNA sarmalına ulaşabildikleri kapsamda beynimize erişebildiğini, DNA’larımızın huyumuz suyumuz karakterimiz gibi hangi dilleri daha kolay öğrenebileceğimizi de kalıttığına inanmayı sürdürüyorum.
Bu kapsamda, yazıda sözü edilen üçüncü gruptaki bebelerin birinci gruptaki bebeklerden daha kolay Çince öğreneceğine inanıyorum. Tıpkı Amerika yerine Abhazya’ya göçseydim, Amerikanca ile didiştiğim kadar Abhazca ile sorun yaşamayacağıma inandığım gibi.
Ancak genetiğimiz çok etkiliyse de son sözü söyleyen bizzat biziz. Doğuştan yeteneklerimiz çok önemli ama çalışma kapasitemizle doğru orantılı olarak becerilerimiz artıyor ya da tembelliğimiz sayesinde yok olup gidiyor.
Evet, bazı şeyleri kolayca ya da zorlukla öğreniyor olabiliriz, öğrenme ve öğretme tekniklerinin de bunda payı çok, ancak yeterince çalışırsak beceremeyeceğimiz şey de yok. Yeter ki biz yapmak isteyelim. Beynin plastisitesi var diyenlerin tıpkı plastik gibi istenilen şekle dönüştürülebileceğini kast etmek istediklerini akıldan çıkarmayalım.
Bir de çocuklarımızın yeteneklerini baltalamayalım. Bizim istediğimiz şeyleri öğrensinler diye sinsi zorbalıklar yapacağımıza istediklerini öğrenebilmeleri için yollarını açık tutalım.
Ana dilinden başka bir dil öğrenmek harika bir pasta yapmak gibidir, lezzetinden yenmez. Pasta yapmanın püf noktalarını da başka bir zaman konuşmak üzere…
İlgili yazı:
https://medyagunlugu.com/yabanci-dil-ve-ajanlar/