“Devlet baki, bu ülke baki; insan fâni. Bunu unutma. İnsan fâni. Yani bu ‘saltanat maltanat işleri Sultan Süleyman’a kalmadı’ diye güzel bir söz vardır. Fâni olduğunu unutma.”
Bu sözler İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ait. Geçen günlerde Silivri’de yaptığı bir konuşmada söylemiş.
İmamoğlu’nun sözleri yakın geçmişte bölgemizdeki ülkelerin vefat eden şah ile sultanlığa özenen liderlerini aklıma getirdi. Nice sultanlar, şahlar, padişahlar, krallar, diktatörler geldi geçti . Hiçbirine kalmadı bu dünya.
40 yıllık kamu görevim boyunca kimi ülkelerde otoriter eğilimli liderler gördüm. Vefat ettiğinde ardından yas tutulan veya şenlikler yapılan, heykelleri yerlerde sürüklenen…
1970’li yılların ilk yarısında Pakistan’ın başkenti İslamabad Büyükelçiliğimizde görevliydim. İslamabad’da görev yapan diğer ülkelerin diplomatları ile yakın dostluklarımız olurdu. Özellikle İran Büyükelçiliği mensuplarıyla. İran o yıllarda Muhammed Rıza Şah Pehlevi’nin yönetimindeydi. Pehlevi İran’ı laik, Batı yanlısı, modern bir ülkeye dönüştürme iddiasındaydı. İslamabad’daki İranlı diplomatlar da Şah Pehlevi’nin bu politikasından övgüyle söz eder, Şahlık rejiminin “bin yıl devam edeceğinden” söylerlerdi… Şah onlar için fâni değil adeta “ölümsüz bir liderdi.”
Ancak İran’da gelişmeler onların hayal ettikleri gibi gelişmedi. Baskı politikalarına yönelen ve ekonomik sıkıntılar içindeki halkın desteğini yitiren Pehlevi, 1979’da İslam Devrimi’nde devrildi. Şah yanlısı diplomat dostlarımız Türkiye’ye sığındılar. Şah, birkaç yıldır gizlice mücadele ettiği bir hastalık olan lenfomadan sürgün yaşadığı Mısır’da 61 yaşında 1980 yılında vefat etti. Ancak kanser teşhisinin tam olarak ne zaman konulduğu bilinmiyor. Fâni olan Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünya, fani olan Şah Pehlevi’ye de kalmadı. Ardından çok yas tutan oldu.
Pehlevi ve ailesi Türkiye’de de tanınırlardı.Yaşantıları merak edilirdi. Medyamızda haklarında yazılar çıkar, HAYAT gibi dergilere kapak olurlardı.
Pehlevi’nin, Batı yanlısı modern bir ülkeye dönüştürmeyi hayal ettiği İran, mollaların yönetiminde Batı’ya kafa tutan köktendinci bir ülkeye dönüştü. Modern görüşlü, seküler İranlıların pek çoğu başta ABD, Batı ülkelerine sığındı. İran ise uzun bir tünelin içine girdi. Ne zaman tünelden çıkacağı, ışığı ne zaman göreceği belirsiz. İnsanlar, özellikle kadınlar, mutsuz ve umutsuz.
Yönetimi ele geçirdikleri yıllarda Mollalar, İslam Devrimi’ni bölge ülkelerine ihraç peşindeydiler. Mollaların bu politikasından kaygı duyan ülkelerden biri de Türkiye idi. Kimi insanlarımız İran’a benzeyebileceğimiz endişesini taşıyordu. Kimileri, “Hadi canım olmaz öyle şey” diyorlardı. Türkiye’ye sığınan İranlılar ise, “Aman dikkat edin, biz de vaktiyle bunları önemsemedik, görün başımıza gelenleri, bizden ders alın” diye uyarılarda bulunuyorlardı. Ders alan pek yoktu. Kimi kamu kurumlarında sessiz sedasız çalışan ince bıyıklı gençleri kimseler umursamıyor, kimileri de gençlerle “takunyalar” diye dalga geçiyordu. Kimse derinden gelen dalganın farkında değildi.
Öte yandan, Türkiye’nin bölgedeki diğer iki komşusu da otoriter yönetimler altındaydı. Irak’ın başında Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin. Suriye’nin başında Cumhurbaşkanı Hafız Esad. Ülkelerin adı “cumhuriyet” idi ama her ikisi de otoriter yönetimlerdi. Her iki ülkenin başındaki “Tek Adam”lar saraylarında şaşalı bir hayat sürerken halkları, küçük bir azınlık dışında, perişan durumdaydı. Ekonomik sorunlar diz boyu idi. Halk içindeki haddini bilmezlere gözdağı vermek için her türlü baskı ve sindirme politikaları sürdürülüyordu. Hapishaneler bu baskılara direnen aydınlarla dolup taşıyordu.
İran, Irak ve Suriye’deki insan hakları ihlalleri, baskılar, işkenceler özellikle Batılı ülkelerin tepkisini çekiyordu. Bu ülkeleri asıl kaygılandıran ise ihlallerden ziyade bu üç ülkenin İsrail’e karşı izledikleri sert tutum ve silahlanmalarıydı. Üçü de Batı dünyası için “riskli ülkeler”di. Bu riskli ülkelere İsrail karşıtı Kaddafi’nin Libyası da eklenmişti.
Bölge dışı ülkelerin bazıları, riskli ülkelerin yeniden yapılandırılması ve tasarımlanması, İsrail’in daha sağlam güvencelere kavuşturulması ve çıkarlarına hizmet edecek yeni taşeronlar bulunması için koşulların olgunlaşmasını bekliyorlardı.
Bölge dışı aktörler için stratejik öneme haiz petrol zengini Orta Doğu her daim gerginliklerle dolu bir bölge oldu. Bu çerçevede, İran’ın “devrim ihracı” politikasının tüm bölge ülkelerince tehdit olarak algılandığı, Tahran’daki rejimin Batılı ülkelerle ilişkilerinin kötüleştiği bir dönemde Irak lideri Saddam Hüseyin, İran’a savaş ilan etti. Ancak uzun yıllar süren savaştan Saddam umduğunu bulamadı.
Ardından gözünü Kuveyt’e dikti. 2 Ağustos 1990’da komşusu Kuveyt’e saldırdı. Kuveyt, petrol zenginliği ile ünlü Körfez’de küçük bir ülkeydi. Irak tarafından işgal edildiği tarihlerde Kuveyt Büyükelçiliğimiz müsteşarı idim. İşgalden bir gün önce bir Arap gazetesinde çalışan Yugoslav bir gazeteci, Irak’ın Kuveyt’e saldırıya hazırlandığına dair bir duyum aldığını ifadeyle görüşümü sormuştu. Ben de Irak’ın böyle bir çılgınlık yapacağına ihtimal vermediğimi söylemiştim. Ardından bu duyumu telefonla ilettiğim ABD Büyükelçiliği Maslahatgüzarı da, sınırda bazı hareketlilik görülmekle beraber, Irak’ın böyle bir saldırıda bulunmasına ihtimal vermediğini söylemişti. Büyükelçiliğimizdeki arkadaşlar da aynı görüşteydiler. Ertesi sabah top sesleriyle uyandığımızda, gazetecinin duyumunun gerçek olduğunu anlamıştık. O tarihten sonra gazetecilerin duyumlarına, haberlerine daha çok önem verir oldum.
Büyükelçilikte zor koşullarda Ağustos ayının sonuna kadar çalışmalarımızı sürdürdük. Yaşananları Bakanlığa düzenli ileten Büyükelçimiz Güner Öztek, Kuveyt’te yaşayan yurttaşlarımızın salimen ülkemize gönderilmeleri dahil karşılaşılan çeşitli sorunlara çözüm bulunmasında yoğun çaba harcadı. Ardından, Ankara’nın talimatıyla Ankara’ya döndük. Gözlerimiz arkada, bir daha ne zaman, nasıl geri döneceğimiz belirsiz.
Bir ay boyunca işgalde yaşananlara yakından tanık olduk. Devlet otoritesinin bir günde nasıl yok olduğunu, şehrin çapulcular tarafından nasıl yağmalandığını, insanların panik halinde ne yapacaklarını bilemez duruma geldiklerini gördük. İşgali kınayan Türkiye’nin, savaş koşullarında da bölgedeki önem ve ağırlığını gördük.
Irak’ın Kuveyt’i ilhak etmesini sert tepki gösteren ABD ve koalisyon ortakları, uluslararası toplumun da desteğini alarak işgale 28 Şubat 1991’de son verdiler.. Saddam Hüseyin yönetimi, Kuveyt’i işgali nedeniyle 12 yıl süren BM ambargosunun ardından 2003 Mart’ında ABD ve İngiltere tarafından oluşturulan koalisyonla devrildi. Kaçan Saddam bir sığınakta yakalanarak tutuklandı. Heykelleri yıkıldı, yerlerde sürüklendi. Halk bayram yaptı. Saddam Hüseyin uzun bir yargılamanın ardından 2006’da idam edildi. 69 yaşındaydı öldüğünde. Ülkesini felakete sürükleyen, insanlarına zulüm eden, ihtiraslarının esiri bir fâni dünyadan eksilmişti.
Suriye’deki fâniye gelince…
Hafız Esad 1971 yılında iktidara geldi. Devleti mezhepsel çizgiler doğrultusunda örgütleyen, istihbarat, bürokrasi ve güvenlik aygıtlarının kontrolünü ele geçiren Hafız Esad, tüm yetkileri Cumhurbaşkanı olarak üzerinde topladı. Suriye, güçlü bir başkanlığı sahip tek partili bir diktatörlüğe dönüştü.
Kuveyt’ten merkeze tayin olduğumda Bakanlığımızın Orta Doğu Dairesi’nin başındaydım 1990’ların başlarında. Arap ülkeleriyle, Suriye hariç, yakın, dostane ilişkilerimiz vardı. İsrail ile de ilişkilerimiz Büyükelçilik düzeyine çıkarılmış, ilişkiler normalleşmişti. Filistinlilere insani yardımlarımız ve barış süreçlerine katkılarımız bu çerçevede daha kolaylaşmıştı.
Suriye ise zor bir komşuydu bizim için. Terörist başı Apo’ya ev sahipliği yapmaktan, sınıraşan sulara kadar türlü çeşitli sorunlarımız vardı. Ne zaman Apo’nun iadesini istesek “O da kim? Yok öyle biri burada yaşayan” derlerdi, adresini versek de. Bu zor komşu ile ilişkileri geliştirme amacıyla Dışişleri Bakanımız Hikmet Çetin’in başkanlığındaki bir heyetle Şam’ı ziyaret etmiş, her alanda ilişkilerin geliştirilmesinin önemini dile getirmiştik. Cumhurbaşkanı Turgut Özal da vefatından kısa bir süre önce Kahire’yi ziyaretle, Mısır Devlet Başkanı Mübarek ile Suriye ile ilişkilerimizin de ele alındığı, samimi görüşmelerde bulunmuştu .İki lider yakın dosttular. Aralarında çok sık istişarelerde bulunurlardı.
O yıllarda Esad’ın sağlık sorunları yaşadığına ilişkin söylentiler dolaşırdı. Esad’ın kişisel otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra bir halef aramaya başlaması da bu çerçevede değerlendirilmişti. İlk tercihi kardeşi Rıfat’tı. Ancak Rıfat, Esad’ın sağlık sorunları yaşadığı bir dönemde iktidarı ele geçirmeye çalışması nedeniyle sürgüne yollandı. Büyük oğlu Basil de bir trafik kazasında ölünce, küçük oğlu tıp öğrencisi Beşar Esad’ı halefi olarak seçti. Esad Haziran 2000’de, 70 yaşında kalp krizinden öldü. Böylece 30 yıla yakın ülkesini demir yumruğu ile baskı altında yöneten “Tek Adam” bir fâni daha dünyaya veda etti.
Yerine geçen Dr. Beşar Esad’ın, babasının aksine, herhangi bir siyasi gücü, ağırlığı ve donanımı yoktu. Görevi de zoraki, gönülsüz kabul etmişti. Beşar Esad’ın Aralık 2024’te devrilene kadar Suriye’de yaşanan dramatik gelişmeler, iç savaştan kaçan milyonlarca Suriyelinin ülkemize sığınmaları, PKK destekli Suriye Kürtlerinin palazlanmaları hafızalarda canlılığını koruyor.
Sultan Süleyman’a vaktiyle kalmayan bu dünyanın günümüz şahlarına ve diktatörlerine de kalmadığını görüyoruz. Her kim olursa olsun her fâni vakti zamanı gelince bir şekilde bu dünyaya veda ediyor. Vefat eden fâninin geride bıraktığı izler ve seda önemli olan…
Daha önce de yazdım. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süre önce Külliye’de yaptığı konuşmada şu dileğini açıklamıştı:
“Yarın arkamızdan ‘Tayyip Erdoğan vardı. Dürüst, ahlaklı, mert adamdı, vicdanlı, merhametli bir adamdı, memleketine ve milletine sevdalı bir adamdı. Allah ondan razı olsun’ denilmesi en büyük arzumdur.”
İnsani bir arzu, bir temenni Cumhurbaşkanı’nın arzusu. Duygulanmamak mümkün değil. Ancak neden bu arzusunu açıklamak gereğini duydu anlamış değilim.
16. yüzyılda yaşayan şairlerimizden Baki bir şiirinde “Baki kalan kubbede hoş bir seda imiş” demiş. Erdoğan, AKP’nin bir grup toplantısında Baki’nin bu şiirinden esinlenerek partililere bir kez de şöyle seslenmişti:
“Aslolan, Allah’ın verdiği can emanetini hakkıyla teslim etmek ve gök kubbede hoş bir seda bırakmaktır. Bu fani dünyada esas mesele mal, mülk, koltuk değil, kalpleri kazanmaktır. Gönülleri fethetmek, ülkesine, ümmetine ve tüm insanlığa hayırlı işler yapmaktır.”
Erdoğan’ın bu sözleri herkes için yol gösterici nitelikte. Üzerinde uzun boylu düşünmeye değer. Belirttiği gibi, önemli olan yaşarken bu dünyada hoş bir seda bırakmaktır. Her fâni Erdoğan’ın bu sözlerinin anlamı üzerinde kafa yormalı.
Mal, mülk, koltuk sevdalıları da bu sözlere kulak vermeli. İnsanların gönüllerini kazanmak için çaba göstermeliler. Ülkelerine, ümmete, insanlığa hayırlı işler yapma arayışına girmeliler. Baki olanın hoş bir seda olduğunu unutmamalılar..
Baki kalan şu kubbede hoş bir seda bırakabilirsek ne mutlu…