Geçen hafta sonunda İgor, bizi “Daçaya Veda Partisi”ne davet etti.
Okullar açılalı çok olmuş, “General Kış”ın kapıyı çalmasına az kalmıştı.
Rusya’da, Moskova civarında “daça sezonu”, geleneksel olarak, hemen her yıl mayıs tatilinde başlayıp, ekim sonunda biter.
Aslında İgor, sezonu nisan sonunda açmış, Mayıs Bayramlarını da daçasında karşılamıştı. Karısı ve çocukları neredeyse bütün yazı daçalarında geçirmiş, kendisi de cuma akşamları işten erken kaçıp her hafta sonu daçasına gitmişti.
Çıkarken gökyüzüne baktık. Hava puslu ve soğuktu. Yağmur da yağabilirdi. Bütün işimiz bulutların insafına kalmıştı.
Yuliya, “Bütün yaz torbaya girdi sanki, bizi davet etmek ancak aklına geldi,” diye söylendi.
Belki haklıydı, ama İgor’u kırmak olmazdı.
Hep beraber; ben, Aleks, Yuliya, İrina ve Serkan ve bir arabaya doluşup daçanın yolunu tuttuk.
Yola çıkmadan önce Aleks, “Bak sen araba kullanacaksın, sakın içki içme,” dedi.
İgor’un ısrar edip, bana zorla içirmeye çalışacağını biliyordu.
“Merak etme” dedim; “Son trafik cezalarından sonra içki içecek kadar deli değilim.”
Serkan fırsat bilip:
“Abi, istersen arabayı ben kullanayım” dedi, “Senin temponla akşama ancak varırız.”
Yuliya, arkasından çekiştirdi:
“Aman sen kullanma, huzur içinde, sakin sakin gidelim.”
Daha hala daçasına veda edememiş Moskovalılar nedeniyle trafik yine saç baş yolduruyordu. Moskovalıların en büyük ve de bir türlü çözülemeyen derdi trafik yoğunluğu: Probki.
Rusların bütün bu çileyi çekerek her hafta sonu daçalarına koşuşturmalarına şaşmamak elde değil.
Bir ara araç denizi arasında kaplumbağa hızında ilerlerken bunalmış vaziyette Aleks’e sordum:
“Söyle bakalım Moskova’dan daçaya mı, yoksa Antalya’ya mı gitmek daha kolay?”
***
Rusların günlük sohbetlerinde ağızlarından sıkça duyulabilecek hayati öneme sahip üç şey var: Kvartira, maşina, daça; yani ev, araba ve yazlık. Bunların hepsine birden sahip olan orta direk bir Rus için hayat yarı yarıya garanti demektir.
***
Neyse, uzun yolun kısa lafı; sonunda daçaya vardık.
İgor, karısı ve oğlu Maksim bizi kapıda karşıladılar.
Onların dışında, yine bizim gibi aileleriyle birlikte misafir olan, artık acıkmaya başlayıp, yolumuzu gözleyen Roman ve Pavel de bizi görünce sevindiler ve tezahürata başladılar.
Neredeyse herşey hazırdı, Rusların keyifle yaptıkları “şaşlık partisi” için bizi bekliyorlardı.
Kızlar, yardım için mutfağa gittiler.
İgor’un mangal için hazırladığı beryoza odunları yağmurda ıslandığından yanmakta nazlanıyorlardı. Bana dönüp:
“Sen geç kaldığın için cezalısın. Maksim’le yandaki komşunun bahçesine gidip sarayından biraz kuru odun getirin,” dedi.
Benim elalemin sarayından izinsiz odun almak ayıp olmaz mı gibilerinden baktığımı görünce hemen cep telefonuna sarılıp komşusu İvan’ı arayıp onayını aldı.
Sarayın Türkçedeki anlamı malum… Farsçadan dilimize geçen, sultanlara yakıştırdığımız görkemli yapılardan söz ederken kullandığımız bu sözcüğün Rusçadaki karşılığı “сарай”ın anlamıysa evlerin yanındaki müştemilat bile diyemeyeceğimiz küçük, derme çatma mütevazi ambarlara, depolara verilen ad. Belli ki, belki de Tatarcadan Rusçaya geçen bu sözcüğün aktarılış sürecinde işin içine biraz mizah karışmış.
İgor’un daçasının bahçesinde üç tane de saray var, dersek olay daha iyi anlaşılır.
Biz, Maksim’le birlikte odunları taşırken aklıma Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası aklıma geldi. Ne iş, elalem saraydan kız kaçırırken biz odun kaçırıyorduk.
Zihnimde melodisini yakalayıp ıslıkla çalmaya başladım. Igor, hemen müdahale etti.
“Sen, şirkette para işlerine bakıyorsun; ıslık çalma, uğursuzluk getirir, para kaçar,” dedi
Öyle ya bir de bu işler vardı. Rusların bizimkine benzer batıl inançları…
***
Rusların “daça (Дача)” merakı yeni değil. Ta 17. yüzyıla kadar uzayan bir geçmişi var.
Daça sözcüğü Rusça “davat” (vermek) sözcüğünden türetilmiş. Çarın imtiyazlılara verdiği arazilerden kaynağını alıyor.
Rusya tarihinde daçalar önemli yazarlara, şairlere, müzisyenlere, bestecilere, bilim adamlarına, yüksek rütbeli subaylara ve benzeri bürokratlara ödül olarak verilen, “statüko” ögeleri olmuş.
Yani apoletindeki yıldız sayısı, makam arabanın, odanın lükslüğü gibi bir şey… Bir nevi düzenin yandaşlarına verilen avantalarmış. Çoğu zaman bakım, onarımları ve hizmetleri, hatta yiyecek, içecek ihtiyaçları bile devlet tarafından karşılanırmış.
Bu imparatorluk döneminde de, Sovyet döneminde de böyle olmuş.
İmparatorluk döneminde başlayan bu merak, tutku, Sovyet Döneminde devam etmiş ve hatta günümüzde daha da artarak yaşamın önemli parçası olmayı sürdürmektedir.
Yüksek statüye sahip birisi, alt düzeyden birisini hizaya getirmek, yani “balans çekmek” isterse “Daçan kadar konuş, kardeşim,” diyebilirmiş.
Aslında yöneticiler için dizginleri elde tutmak için de iyi bir yöntem…
Gözden düştün mü, daça da elden gidiyor.
18. yüzyılın başlangıcında, Büyük Petro zamanında daçalar daha popülerleşmiş, asillerin yaz tatillerinde yaşadığı yerler, yani bizim anladığımız dilde “yazlık” olarak kullanılmaya başlanmış. Sadece sakin bir tatil amacıyla değil, davetler, kutlamalar için de kullanılırmış.
19. yüzyılın başlarında artık bir ev ve daça sahibi olmak, hem zenginlerin, hem de orta sınıfın olmazsa olmazı olmuş. Daça, konu olarak Aleksandr Puşkin, Anton Çehov gibi Rus edebiyatçılarının eserlerine de girmiş. Örneğin 20. Yüzyılın başında Maksim Gorki “Daçniki” isimli eleştirel bir oyun yazmıştır. Malum Gorki, Ekim Devrimi’nin savunucusu en itibarlı, önde gelen yazarlardandı.
Ve nitekim zenginlerin daçalarının bazıları Devrim sonrasında işçilerin tatil evlerine dönüştürüldü.
1950’ler sonrasında bu tutkunun daha fazla yoğunlaşmasının nedeni Savaş boyunca aynı zamanda açlıkla da savaşmış bu insanlar için daçalarının bahçelerinde yetiştirebildikleri ürünlerin bir bakıma kötü günler için yaşam garantisi olmasıydı. Bu ihtiyaç, zamanla alışkanlık haline dönüşmüştür.
Nitekim 1980’lerde mağazalarda, pazarlarda yiyecek sıkıntısı olduğunda daçalarda yetiştirilen ürünlerle yetinilir duruma bile gelinmiş. Haliyle böyle durumlarda daçada ekip, biçme, keyif olmaktan çıkıp, zarurete dönüşüyor.
1990’ların sonunda, sistemin değişmesiyle birlikte, daçalar özelleştirilmiş, isteyen daçasını piyasa değerinin de altında kendi üzerine alabilir olmuş.
Dışarıdan bakan pek çok yabancı Rusların havaların el vermesiyle, nisan ayından başlayıp Kasım ayına kadar hemen hemen her hafta sonunda saatlerce yoğun trafik çilesiyle (probki) boğuşarak daçalarına gidip döndüklerine akıl sır erdiremez.
Aslında cevabı çok basit.
Birkaç yıl Moskova’da yaşayınca kolay anlıyorsunuz.
Rusların doğaya karşı büyük bir sevgisi ve açlığı var. Sert uzun kışın arkasından havalar düzelince Ruslar kendilerine bağa, bahçeye, ormana atıyorlar. İklim koşullarının tarıma pek elverişli olmadığı bu ülkede halkın çiçek, böcek; sebze, meyve konusunda ne kadar bilgili olduklarını görüp, şaşırırsınız. Hemen herkes daçasının bahçesinde imkanları ne kadarsa mutlaka bir şeyler ekip, yetiştirir. Domates, biber, patlıcan,…Ne olabilirse…
Sezonun başında fidelikler, fidanlıklar tıklım tıklım dolar; daçacılar o sene ekeceklerini alırlar. Eksik bahçe aleti, malzemesi, eşyası varsa alınıp, telafi edilir. Bazıları Moskova civarında yetişebilen domates, salatalık, patates, gibi geleneksel daça bahçesi ürünlerinin dışında fantezi peşine düşüp, yeni şeyler denerler, keşfederler. Ekilip, sonuçları heyecanla beklenir. Bir dönem Sibirya taraflarında sakura modası başlamış mesela.
Bir sure sonra emeklerinin karşılığını almaya başlarlar. Kendi yetiştirdikleri sebzeleri iftiharla, afiyetle yerler. Bir kısmını da kışın tüketmek için konservesini, turşusunu, reçelini yaparlar. Patatesler kilerlere konur. Bahçelerde büyüyen çiçekler bir süre de evlerin içindeki vazolarda misafir edilirler.
Ve hatta tüketebildiklerinden fazlasını satanlar bile vardır.
Daçacılar, yeni deneyimlerini dostlarıyla paylaşırlar, birbirleriyle fide ve tohum takası yaparlar, muhabbetini yaparlar. Dost meclislerinde tatlı bir ziraat muhabbeti uzar, gider. İşi aşırıya götürenler bunu bir yıl boyunca, kışın dahi sürdürürler.
Kışın bazıları şehirdeki evlerinde, pencere önlerinde, normalde çöpe atılacak teneke kutularda, plastik meşrubat şişelerinin üst kısmını kesip atarak yaptıkları basit saksılarda tohumlardan daça için fideler üretirler.
Yazın daçada yaşamaya doyamayanlar, şehirle çok ilişki zorunluluğu olmayanlar, örneğin emekliler, yeterli donanımı, ısıtma, banyo gibi imkanlarını geliştirerek kışın da daçalarında yaşamaya devam ederler.
1990’lar sonrasının bazı yeni zengin görgüsüzleri işi iyice aşırıya götürmüşlerdir. Eski daça evlerinin yerine içinde her türlü lüksü olan devasa villalar yaptırmışlar. Bahçelerinde timsah, iguana gibi egzotik hayvanlar besleyenleri bile varmış.
1960’ların başında sanırım görünüm kaygılarıyla dikilecek ağaç sayısı gibi bazı konularda resmi sınırlamalar ve denetim getirilmiş, ancak kısa bir sure sonra bundan vazgeçilmiş, kotalar kaldırılmış.
Şimdi her şey serbest. Arazi büyüklüğü konusundaki eski sınırlamalar da kalmamış. Paran varsa al alabildiğin kadar. Bu nedenle spekülasyonu da başlamış işin. Ticaret, gayrımenkule yatırım ve tatil, hepsi bir arada…
İgor’un daçasında ana bina birbuçuk katlı ahşap bir ev.
Hayalinde bir de mütevazi yüzme havuzu var. Havuz şimdilik yok, ancak yerini kafasında tasarlamış, oraya ağaç falan dikmiyor. Bahçesinde ilaveten bir banyo ve üç saray var.
Genel kanı o ki, Ruslar için daça, büyük şehir keşmekeşinden kaçışın sembolü, “kaybedilmiş cennete dönüş”tür.
***
Bunların çoğunu İgor, şaşlık yaparken, bir yandan mangal ateşini harlar, bir yandan da etleri pişme durumlarına göre çevirirken kaşla göz arasında anlattı.
Abartı varsa günahı onun.
Bu arada İgor’un karısı kapının aralığından kafasını dışarı uzattı. Kendi yapması gereken salata, akroşka, falan, her şeyi yapmış kızlarla birlikte sofrayı kuruyordu.
Şaşlığın henüz hazır olmadığını görünce kızdı, İgor’u bir güzel haşladı.
İgor, bu fırçalara alışıktı,fazla aldırmadı. İki elini “Ne yapabilirim?” der gibi iki yana açıp, “Vat ken ay du?” dedi.
İgor’un İngilizce “What can I do?” dediğini zannetmiştik, ancak içeri gidip, birazdan koltuğunun altında iki votka şişesi ve bardaklarla döndüğünde ses benzerliğini kullanıp muziplik yaptığını, aslında Rusça “Водку найду” (Vodku naiydu), yani mealen “Votka bulmaya gidiyorum” dediğini anladık.
Aleks’in gözlerinin parladığını fark ettim. Asıl daça keyfi şimdi başlıyordu.
***
Daçadaki bu seneki son şaşlık partisinin neşe ve mutluluk içinde geçtiğini söylemeye gerek yok.
Şansımıza yağmur yağmadı ve hatta bulutların insafa geldiğini, bir ara güneşin kendisini gösterip bizi ısıttığını bile söyleyebilirim.
İgor, bol bol içip, dostlarla sevgili daçasında birlikte olmanın keyfini çıkardı. Benim araba kullanacağım bahanesiyle içki içmediğime bile kızmadı.
Her şey çok güzeldi. Hele dostlarla bir arada olununca…
Şimdilik hoşça kal daça! Seneye Mayıs Bayramı’ndan sonra, güneş yüzünü gösterip içimizi ısıttığında yine görüşürüz.
Tabii İgor, bizi yeniden davet ederse. Daha da önemlisi havaların uygun olduğu güneşli günlerde çağırırsa…
mhyazici@yandex.ru