Aşk, entrika, seks, toplumsal sınıf normları ve bu düzene isyan… Bridgerton, ilk bakışta İngiliz yazar Jane Austen (1775-1817) tarafından kaleme alınan eserlerden esinlenerek uyarlanmış tipik bir tarihî aşk dizisi izlenimini uyandırıyor. Ancak sadece fragmanı izlemek bile, dizinin sıra dışı bir yapım olduğunu anlamaya yetiyor. 1813 yılında İngiliz Kraliyet Sarayı ekseninde geçen Bridgerton’un bazı ana karakterlerinin beyaz olmaması en dikkat çekici unsur. Bu yönüyle de benzer tarihî dizi ve filmlerden alışık olduğumuz, sadece “kar beyaz” oyuncuların boy gösterdiği Austen uyarlaması “Aşk ve Gurur” gibi yapımlardan ayrılıyor.
Film veya dizinin uyarlandığı edebî metinde yer alan kahraman ve tarihî karakterlerin, betimlenenden farklı bir ten rengine sahip oyuncular tarafından canlandırılmasına “colorblind casting” yani “renk körü oyuncu kadrosu seçimi” deniyor.
Frankfurt’taki Alman Film Enstitüsü ve Film Müzesi (DFF) Direktörü Ellen Harrington, konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“ABD’deki Actors’ Equity Association (Aktörler Özsermaye Derneği), burada ‘geleneksel olmayan’ bir oyuncu kadrosundan bahsetmeyi tercih ediyor. Zira geleneksel olan ve uzunca bir süre uygulanan yöntem, filmlerdeki en küçük rolden set ekibine kadar tüm kadronun beyaz tenli insanlardan oluşmasıydı. Ama bu durum, Bridgerton dizisi için geçerli değil: Kraliyet Sarayı’ndaki karakterler için renkli tenli oyunculardan oluşan bir oyuncu kadrosunun oluşturulması, tarihi yeniden yorumlamak ve anlatmak için alınmış son derece bilinçli bir karardı.”
Yeni Netflix dizisi, Julia Quinn’in, kurgusal Bridgerton ailesi hakkında yazdığı sekiz ciltlik romana dayanıyor. Dizinin aksine İngiltere Kraliçesi Charlotte, romanın aslında yer almıyor. Kraliçe’yi siyah İngiliz tiyatro oyuncusu Golda Rosheuvel canlandırıyor. Böylece dizinin yapımcıları Shonda Rhimes ve Chris van Dusen, 1744’te Almanya topraklarında doğan Sophie Charlotte zu Mecklenburg-Strelitz’in atalarının Afrikalı olabileceğine dair tarihî bir tartışmayı da yeniden gündeme getirmiş oluyor. Charlotte belki de gerçekten İngiltere’nin ilk siyah kraliçesiydi.
Kurgusal hikâyede gerçek tarihî şahsiyet
Babelsberg Film Üniversitesi’nde profesör olan Skadi Loist, dizinin bu gerçeklerden yola çıkarak çeşitlilik fikrini daha da ileri taşıdığını söylüyor: “Zamanı farklı bir şekilde düşünelim: Bizler, Avrupa merkezli güzel hikayemizi, homojen ve dışa kapalı nitelikte beyaz olarak tasavvur ediyoruz. Peki, karakterler sadece kar beyaz tenli olarak düşünülmediğinde ne olur? Kurgusal bir dizinin neden biraz farklı bir hikâye anlatamayacağı yanılsamasına sahibiz? Özellikle de karakterlerin geçmişi zaten anlatımın bir parçası olduğunda?”
Matthew Hughey ise asıl tehlikenin, izleyicinin dizide gördüklerini “tarihî gerçekler” olarak algılama ihtimalinde yattığını kaydediyor. Amerikalı sosyolog DW’ye verdiği röportajda “Roma İmparatorluğu’nun yanı sıra Britanya İmparatorluğu da dünyadaki en büyük kolonyal güçtü. Kraliçe renkli tene sahip bir kadın tarafından canlandırılıyor. Ancak o zamanlar, çoğu siyah kadının hayatının gerçekte nasıl olduğu dizide yeterince ele alınmamış. Tüm tarafları aynı anda ve yeterince aydınlatan, aynı zamanda tüm izleyicileri eşit şekilde sürükleyen ilerici bir hikâye anlatmak her zaman çok zordur” diyor.
Hughey’in “The White Savior Film” (Beyaz Kurtarıcı Filmi) adlı kitabı, farklı filmlerin nasıl algılandığını ele alıyor. Kitap, Hollywood yapımı pek çok filmde renkli tenli insanlar hakkındaki hikâyelerin, genelde hâlâ beyaz bir kahramanın bakış açısından anlatıldığı gerçeğini işliyor. Çoğu zaman beyaz kahraman, siyah muadilinin yardımına koşar ve böylece “Beyaz Kurtarıcı” olarak gönüllerde taht kurar.
Hughey, bunun en güncel örneklerinden birinin, 2019’da En İyi Film Oscar’ını kazanan “Green Book” (Yeşil Kitap) olduğunu vurguluyor ve ekliyor: “Aslında bunlar korkunç filmler. Çünkü bir klişeye başvuruluyor ve siyah insanlar, gerekli bilgi ve beceriye sahip beyazlar tarafından kurtarılması gereken kişiler olarak gösteriliyor.”
En azından 2016 yılında #OscarsSoWhite etiketi altında sosyal medyada yapılan tartışmalardan bu yana, Hollywood’daki film endüstrisine daha fazla çeşitlilik getirmeye ve renkli insanlara da kendi bakış açılarını ortaya koyma imkânını sağlamaya yönelik bazı çabalar oldu. 2020’de hayatını kaybeden Chadwick Boseman’ın oynadığı “Black Panther” (Kara Panter) bu alanda çok önemli bir örnek. Yine Boseman’ın son rolünü oynadığı ve Türkçeye “Ma Rainey: Blues’un Annesi” olarak çevrilen “Ma Rainey’s Black Bottom” filmi de aynı kategoride kabul edilebilir.
Bu tarz filmler genelde gişede de iyi iş yapıyor. Nitekim DFF Direktörü Ellen Harrington, “Hollywood’daki gişe sonuçlarına bakarsanız, daha yüksek kâr ile oyuncu kadrosundaki çeşitlilik veya dünyanın farklı yüzlerini gösteren filmler arasında doğrudan bir bağ var” saptamasını yapıyor.
Böyle bir ilişki “Bridgerton” dizisinde de bariz şekilde görülüyor. 25 Aralık 2020’de Netflix’te vizyona giren dizi, şu anda Almanya dâhil birçok ülkede en çok izlenen yapımlar arasında yer alıyor.
(Deutsche Welle Türkçe)