Çin’in yükselişi artık bir ihtimal ya da uzak bir senaryo değil; gözlerimizin önünde gerçekleşen çıplak bir gerçek.
Bundan yalnızca yirmi yıl önce Pekin hâlâ “gelişmekte olan” bir güç olarak anılıyordu. Bugün ise tablo tamamen değişmiş durumda. Çin, küresel ticaretin, teknolojik üretimin ve askeri modernizasyonun merkezine yerleşti. Dünya Bankası verilerine göre Çin, tek başına küresel büyümenin yaklaşık üçte birini sürüklüyor. Yüksek hızlı tren ağları, yapay zekâya yönelik milyarlarca dolarlık yatırımlar, hipersonik füzeler, “Kuşak ve Yol Projesi” gibi devasa altyapı girişimleri… Tüm bunlar “yeni bir küresel düzen” fikrini yalnızca bir iddia olmaktan çıkarıp somut bir gerçeklik haline getiriyor.
Ancak sorunun özü hâlâ masada duruyor: Çin bu yükselişi “barışçıl kalkınma” söylemine bağlı kalarak, yani emperyalist iddialardan uzak biçimde sürdürebilir mi? Yoksa tarihin tekerrürüne tanıklık edip, her yükselen gücün kaçınılmaz biçimde yeni bir tahakküm arayışına girdiğini mi göreceğiz? Bu soru, yalnızca Çin’in değil, aynı zamanda bütün dünyanın geleceği açısından belirleyici öneme sahip.
Hafızanın Gücü: Mağduriyetin Siyasallaşması
Bir ülkenin dış politika çizgisini anlamanın en etkili yollarından biri, onun tarihsel hafızasına bakmaktır. Çin için bu hafızanın merkezinde “Yüzyıllık Aşağılama” adı verilen dönem yer alıyor. 1839’daki Afyon Savaşları’ndan 1949’daki Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen yüz yıl, sadece tarihin karanlık bir kesiti değil, aynı zamanda bugünün siyasal kimliğini şekillendiren bir kolektif travmadır. Batı’nın sömürgeci işgalleri, Japonya’nın Şanghay ve Mançurya’daki ilerleyişi, iç savaşlar ve bölgesel parçalanmalar… Bütün bu deneyimler, Çin toplumunun hafızasında ulusun kırılganlığını ve dış müdahalelere karşı savunmasızlığını temsil eder hale gelmiştir.
Bugün Pekin’in dış politika söylemlerinde sıkça vurgulanan “emperyalizmin mağduru bir ulus” kimliği işte bu travmadan beslenir. Mağduriyet, yalnızca geçmişi hatırlamanın bir yolu değil; aynı zamanda bugünün politikasına yön veren güçlü bir araçtır. İsrail’in Holokost travmasını güvenlik doktrininin merkezine yerleştirmesi, Rusya’nın Sovyet sonrası “kaybedilmiş topraklar” anlatısını yeni bir genişleme stratejisinin meşruiyet kaynağı haline getirmesi gibi, Çin de kendi tarihini “barışçıl yükseliş” tezinin dayanağı olarak kullanır.
Ancak burada önemli bir çelişki beliriyor. Çünkü mağduriyet söylemi, yalnızca geçmişteki acıları tazelemekle kalmaz; aynı zamanda kolaylıkla yeni bir tahakküm arayışının bahanesine de dönüşebilir. Bir ülke, “biz de zamanında sömürüldük” diyerek kendi yayılmacı politikalarını haklılaştırmaya yönelebilir. Bu risk, Çin’in yükselişini değerlendirirken göz ardı edilemeyecek kadar ciddi bir ihtimaldir.
Üstelik emperyalizmin tanımı da artık değişti. Klasik dönemde emperyalizm; doğrudan toprak işgali, sömürge valileri atamak, yerel halkı köleleştirmek şeklinde tezahür ediyordu. 21. yüzyılda ise tablo çok daha karmaşık. Emperyalizm bugün çoğu zaman borç bağımlılığı, yatırım projeleri, medya etkisi ve kültürel hegemonya üzerinden işliyor. Yani tankların ve tüfeklerin gölgesinde değil; kredi anlaşmalarının satır aralarında, altyapı projelerinin şartnamelerinde, medya söylemlerinde ve kültürel programlarda gizleniyor.
Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri. Pekin, bu projeyi “medeniyetleri birbirine bağlayan barışçıl bir kalkınma hamlesi” olarak lanse ediyor. Fakat pratikte farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Sri Lanka’nın Hambantota Limanı’nı borç karşılığında 99 yıllığına Çin’e devretmek zorunda kalması, Afrika’da Zambiya gibi ülkelerin ağır borç krizine sürüklenmesi, bu projenin “yeni tür bir sömürgecilik” olup olmadığı tartışmalarını körüklüyor. Çin, kendisini Batı’dan farklı bir model olarak sunsa da ortaya çıkan bağımlılık ilişkileri, klasik emperyalizmin güncellenmiş bir versiyonu olarak yorumlanıyor.
Güç Siyaseti: Askeri Modernizasyon ve Jeopolitik Bloklar
Çin’in yükselişi yalnızca ekonomik göstergelerle sınırlı değil; aynı zamanda askeri kapasite ve jeopolitik hamlelerle de destekleniyor. Halk Kurtuluş Ordusu, 2035’e kadar “dünya klasında” bir güç olmayı hedefliyor. Bu hedef yalnızca teknik bir modernizasyon programı değil; Çin’in kendini yeniden tanımlama ve bölgesinde tartışmasız bir otorite kurma isteğinin ifadesi.
Güney Çin Denizi’nde inşa edilen yapay adalar, Tayvan üzerindeki artan askeri baskılar, düzenli olarak yapılan hipersonik füze testleri… Bütün bu gelişmeler, Çin’in yalnızca “savunma” anlayışıyla hareket etmediğini, aynı zamanda bölgesel hakimiyet alanı kurmaya yöneldiğini açıkça gösteriyor. Bu durum Asya-Pasifik’te güç dengelerini köklü bir biçimde değiştirme potansiyeline sahip.
2025 Zafer Günü geçidi bu tabloyu açık biçimde yansıttı. Pekin’de düzenlenen geçit töreninde sergilenen yeni nesil silahlar, içeride “ulusun yeniden dirilişi” olarak alkışlandı. Ancak aynı kareler Batı medyasında bambaşka bir şekilde okundu: Manşetlerde “Nazi Almanyası’nı andıran güç gösterisi” ifadeleri yer aldı. Aynı kare, iki farklı dünya yorumu… Bu aslında Çin’in bugünkü konumunu özetliyor: Bir taraf onu barışın teminatı olarak görürken, diğer taraf yeni bir tehdidin doğuşuna tanıklık ettiğini düşünüyor.
Askeri hamlelerin yanı sıra, Çin’in diplomasi ve finans alanındaki girişimleri de dikkat çekici. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’un Zafer Günü törenine katılması, Pekin’in Batı’ya karşı alternatif bir blok inşa etme arzusunun güçlü bir işaretiydi. BRICS grubunun genişlemesi, Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın artan etkisi, doların küresel hâkimiyetine karşı rezerv çeşitlendirme çabaları… Bütün bunlar, Çin’in yalnızca askeri değil, diplomatik ve finansal araçlarla da yeni bir düzen kurma peşinde olduğunu gösteriyor.
Üstelik Çin, yalnızca “sert güç” unsurlarına yaslanmıyor. Yumuşak güç stratejileri de bu yükselişin ayrılmaz bir parçası. Konfüçyus Enstitüleri aracılığıyla yürütülen kültürel diplomasi, medya yatırımları, uluslararası burs programları, hatta sinema ve popüler kültür alanındaki girişimler… Çin, askeri ve ekonomik baskının yanında kültürel cazibe unsurlarını da devreye sokarak nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Bu yaklaşım, emperyalizmin klasik tanımlarını aşan çok katmanlı bir güç kullanımına işaret ediyor.
Sonuç: Tarih Tekerrür mü, Yeni Paradigma mı?
Çin’in emperyalist iddialardan uzak kalıp kalamayacağı sorusu yalnızca dış politika perspektifinden değil, aynı zamanda iç dinamikler üzerinden de okunmalı. Son yıllarda yavaşlayan ekonomik büyüme, artan genç işsizliği, emlak sektöründeki krizler içeride ciddi gerilimler yaratıyor. Tarih bize defalarca şunu gösterdi: İçeride zorluklarla boğuşan her iktidar, dikkati dışarıya çevirmeyi tercih eder. Milliyetçi söylemler yükselir, dış politikadaki sertleşme iç bütünlüğü sağlamak için kullanılır. Xi Jinping’in sürekli vurguladığı “ulusun yeniden dirilişi” söylemi, yalnızca kalkınma hedefi değil, aynı zamanda tarihsel bir misyon iddiası taşıyor.
Bu noktada Çin’in önünde iki yol var. Birincisi, tarihin tekerrürünü yazmak: Ekonomik bağımlılık ilişkileri, askeri projeksiyon ve jeopolitik bloklaşmalar üzerinden klasik bir emperyal güç haline gelmek. İkincisi ise tarihte ilk kez farklı bir liderlik modeli sunmak: Uluslararası hukuka bağlı, şeffaf, eşitlikçi ve kazan-kazan temelli bir iş birliği zemini inşa etmek.
Asıl mesele artık yalnızca Çin’in yükselip yükselmeyeceği değil; bu yükselişin nasıl bir içerik taşıyacağıdır. Çin gerçekten emperyalist olmayan bir güç olabilir mi? Yoksa emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni yüzü mü olacak? Daha da önemlisi: Çin yükselirken biz hangi geleceğe hazırlanıyoruz?
Akademik tartışmalar da bu sorunun karmaşık doğasını teyit ediyor. Marksist dünya-sistem analizine göre Çin hâlâ “yarı-çeper” konumunda; yani bir yandan gelişmekte olan ülkelerde kaynak sömürüsüne yöneliyor, diğer yandan Batı merkezli kapitalist sisteme bağımlılığını sürdürüyor. Bu nedenle tam anlamıyla emperyalist değil; fakat sömürü eğilimlerini giderek daha belirgin biçimde sergiliyor. Diğer yandan Çin’in dış yatırımları ve askeri modernizasyonu üzerine yapılan araştırmalar, ülkenin klasik emperyalist tanıma bire bir uymadığını, fakat bölgesel baskı ve ekonomik nüfuz yoluyla “karmaşık ve çelişkili” bir tablo sunduğunu vurguluyor.
Bazı uzmanlar ise Çin’in artık birçok alanda diğer emperyalist güçleri geride bıraktığını, ABD hariç büyük ülkelerle aynı kategoride değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Özellikle “borç diplomasisi” üzerinden gelişen ilişkiler, düşük ve orta gelirli ülkelerin Çin’e bağımlı hale geldiğini ve bunun yeni bir hegemonya ilişkisi doğurduğunu gösteriyor.
Sonuçta ortaya çıkan genel tablo şu: Çin henüz ABD seviyesinde küresel bir emperyal güç değil; ancak emperyalist eğilimler sergiliyor. Borçlandırma mekanizmaları, kültürel hegemonya girişimleri ve jeopolitik bloklaşma çabaları, Pekin’in dünyada nüfuzunu artırmasına hizmet ediyor.
Bu nedenle Çin’in gelecekte hangi yolu seçeceği, yalnızca Asya’nın değil, tüm dünyanın kaderini belirleyecek en kritik sorulardan biri olmaya devam ediyor.
Fotoğraf: Sinhua
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: