Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin şapkasından yeni tavşanlar çıkaracak mı bilmiyoruz. O nedenle aşağıdaki değerlendirmenin “yaşanan güne özgü” olduğunu unutmadan, elektronik, internet ve basılı medyada yapılan hararetli yorumların tersine uzun vadeli ve küresel bir durum saptaması olduğunu vurgulayarak başlamakta yarar var.
Önce Rusya’nın doğrudan etkilediği ve etkilendiği coğrafyaya bakalım: İşgalden hemen sonra Avrupa‘nın kilit kurumları, UEFA’dan Avrupa Konseyi’ne kadar yayılan çok geniş bir yelpazede Rus adının geçtiği hemen bütün kurumları aforoz etti. Ruslar bu nedenle St. Petersburg’da Şampiyonlar Ligi final maçını izlemekten tutun Avrupa’ya serbestçe seyahat etmek özgürlüğünden bile yoksun kaldılar. Bu Avrupa ülkeleri açısından siyasi düzeyde bir kayıp değil, tam tersine kendi kamuoyları nezdinde puan alıcı bir güç gösterisi; ABD Başkanı Joe Biden açısından Batı ittifakını kendi liderliği altında birleştirmiş olabilmenin gurur fotoğrafı; Batı medyası açısından Rusya/Putin aleyhine destekli desteksiz serbest atış yapmak için gerginlikleri harlamaya yönelik sansasyonel “sarı gazeteciliği” canlandırma fırsatı.
Ekonomik yaptırımlara gelince öyle aman aman güçlü bir ortak ses verildiği söylenemez: Özellikle Rusya’nın SWIFT adıyla bilinen uluslararası ABD doları bazlı para transferi ağından dışlanması konusunda perde arkasındaki anlaşmazlıklar belki de bu ekonomik yaptırımlar paketinin zaman içinde fire vermeye başlayabileceğinin ilk işaretleri olarak alınabilir. Evet, Batı ekonomisi bir dereceye kadar Putin Rusyası’nı tümüyle dışlayarak etkin bir biçimde işlemeye devam edebilir, edecektir de. Ancak enerji ve kilit önemdeki hammadde fiyatları, bunun yanı sıra başta buğday olmak üzere temel emtia fiyatları tırmanmaya başladığında, iş dünyasının bu yaptırımların kenarından dolanabilmek için hükümetler üzerinde baskı yapmaya başlamasına şaşırmamak gerek.
Burada Putin için asıl tehlikenin iç cephede ortaya çıkabilecek örgütlü bir muhalefetin tepkisinden doğabileceğini not etmekte yarar var. İşgalden sonra ülkenin pek çok kentinde (50 dolayında olduğu söyleniyor) kendiliğinden gelişen işgal karşıtı protesto eylemleri, yönetimin halkı ikna etmekte çok daha fazla ve ciddi çaba göstermesi gerektiğine işaret ediyor.
Rusya Devlet Başkanı’nın KGB ajanı olarak geçmişine ve 20 yıldır devlet başkanlığı koltuğunda sergilediği performansa bakarak, işgal emrini vermeden önce tüm bu yaptırımlar, iç muhalefette tırmanış, hatta çatışmanın yayılma olasılığı gibi potansiyel riskleri hesaplamamış olduğu düşünülmemeli. (25 Eylül günü BBC radyosuna konuk olan bir yorumcunun “Putin delirdi, artık megalomanyak ihtirasları sağlıklı düşünmesini engelliyor” gibi gerçekten komik sözleri, nesnel yayıncılığıyla ün kazanmış bir yayın kurumunda bile, propaganda uğruna kalitenin ne kadar düştüğünü kanıtlıyor.) Peki Putin bunca olumsuz tepkiyi göreceğini bile bile niye işgale girişti? Çünkü anlamayanlar için ifade etmeye çalıştığı bir şey var: Ukrayna Rusya’nın yumuşak karnıdır; Kiev’in NATO üyeliğine kabulü demek, Moskova’nın konvansiyonel bir saldırıda savunmaya bile hazırlanamadan kuşatılması demektir. Bu varoluşsal bir tehdittir.
(Bu noktada şöyle bir paralel kurmak çok da yanlış olmaz: Biliyoruz ki ABD Suriye’deki PKK güçlerini bir idari yapıya, bir başka deyişle önce özerk bir yönetime kavuşturup, sonra da bunu muhtemelen Kuzey Irak’taki Barzani yönetimiyle birleştirip bir Kürt devleti yaratma peşinde. Bunun Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü açısından “varoluşsal bir tehdit” olduğu gerçeği nasıl yadsınamazsa, Ukrayna’da NATO konvansiyonel güçlerinin ve füze bataryalarının konuşlandırılması da Rusya için öyle bir “varoluşsal tehdit”dir.)
Bize yönelik varoluşsal tehdit uzun süredir medyada unutulmuş gibi görünürken, Vladimir Putin kendi ülkesine yönelik tehdidi bertaraf etmeyi, yüksek maliyetine karşın kararlaştırmış görünüyor.
İşgalin küresel çaptaki yansımalarına değinirsek, burada konuşulması gereken ilk ve en önemli faktör elbette Çin. Vladimir Putin’in işgal emrini Pekin’de kış olimpiyatlarının kapanışından tam bir gün sonra verdiğini, yani Çin lideri Xi’ye verdiği uluslararası gündemi çalmama sözünü tuttuğunu görmek için diplomasi dehası olmak gerekmiyor. Elbette BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olarak Putin ve Xi’nin birbirlerinin dertlerine deva olmak için her türlü çabayı göstereceklerini düşünmek de yanlış olmaz. (Bu arada, Türkiye’deki bazı gazetelerin Amerikan Bloomberg TV kanalının propaganda kampanyasına katkıda bulunarak Çin’in Rus şirketlerine yaptırım uygulayacağı haberlerine inanmaları da, gazetelerin dış habercilerinin her söylentiye atlamaya ne kadar hazır olduklarını da ortaya koyuyor.)
Büyük soru şu: Ukrayna’nın işgali Çin lideri açısından Tayvan’ın işgali için kostümlü prova işlevi görecek mi?
Elbette Ukrayna’nın durumu Tayvan’dan çok farklı: NATO üyeleri hiçbir koşulda Ukrayna’ya muharip güç göndermeyeceklerini aylar önce ilan ettiler. Bu Putin için çok önemli bir avantajdı. Tayvan’da ise, durum başka; hiçbir açıdan olmasa bile (ki öyle değil), bir noktada çok farklı: Tayvan dünya mikroçip üretiminin yaklaşık yarısını tek başına sağlıyor. Çin’in askeri bir operasyonla Tayvan’ı kontrol altına alması, bütün Asya-Pasifik jeopolitiğini darmadağın edecektir. Ne ABD ne Japonya ne Avustralya ne de genel olarak Batı ittifakı Çin’in Tayvan’ı ele geçirmesine askeri bir yanıt vermeden yapabilir. Çin’in sayısal teknolojideki üstünlüğünü mikroçip sanayiini kontrolüyle desteklemesi demek, kapitalist dünyanın en hassas organının Pekin’in mengenesinde büzüşmesi demek.
Her ne kadar Xi, Ukrayna’nın işgalinden sonra sade suya tirit bir açıklamayla tüm tarafları sorunu diplomasi yoluyla çözmeye çağırmışsa da, büyük bir olasılıkla Pekin yönetiminin finansal ve diplomatik gözlemcileri, Batı ittifakında özellikle yaptırımlar konusunda baş gösteren görüş ayrılıklarını ve olası anlaşmazlıkları dikkatle not ediyorlar.
Çin dilinde “kriz” ile “fırsat” kavramlarının aynı sözcük ile ifade edilmesi sadece bir tesadüf olmasa gerek: Ukrayna’da kriz Tayvan’da fırsat olabilir mi?