Bir önceki yazıda 1692 yılında Amerika’nın Salem kentinde süren cadı avcılığını anlatmıştım.
16. yüzyılda Avrupa’da başlayan cadı (aslında bilge) kadınları yakalayıp işkence edip yakma salgınının onlarca yıl sürdüğünü, sonra ivmesini kaybetmeye başlamışken kendi takıntısı nedeniyle korkak Kral James’in bu salgını önce İskoçya’ya bulaştırdığını, oradan da İngiltere’ye taşıdığını yazmıştım.
Cadı Avcılığı Kral James’in “Demonology” kitabıyla birlikte İngiltere’ye de ulaşınca cadı olduğunu itiraf ettirmek için işkence etmede uzmanlık da şaha kalkmış. (Orta Çağ’da geliştirilen işkence yöntemlerinin teknolojiyle paralel evrilip gelişerek günümüzde de din ve de devlet düzenini koruma kalkanı ile devam edişini hepimiz biliyor ama kol kırılır yen içinde kalır mantığını aşamadığımız için yeterince dillendiremiyoruz.)
16. yüzyılda İngiltere’nin en koyu dindarları Amerika’ya göç ettiğinde cadı korkularını da yanlarında taşımışlar. 1692’de Salem’de yapılan resmi katliam bu bulaşıcı salgının yeni dünyadaki görünen yüzü olmuş.
Birilerini cadı diye etiketleyip işkenceyle yok etmeyi tanımlarken “bulaşıcı salgın” lafını kullanan ben değilim, tarihçiler böyle tanımlıyor. Bence de çok haklılar çünkü bu sakat düşünce biçimi gerçekten mekândan mekâna bulaşarak yayılıyor. (Psikiyatri biliminin keşfettiğine göre aslında küfür gibi sözel olanı dahil, şiddetin her türlüsü bulaşıcı ve salgınlar yaratabiliyor.)
Koronalı günlerde hepimizin ezberlediği gibi aslında “bulaşıcı salgın” lafı mikroplu hastalıklar için kullanılıyor. Cadı avcılığı döneminde henüz antibiyotikler keşfedilmemiş ama mikroplar var. Bu mikroplardan insana müptela olan iki tanesi var ki aslında akrabalar. Biri verem (tüberküloz) diğeri de frengi (sifiliz) mikrobu. İşin ilginci, bu mikropların neden olduğu 2 farklı hastalık, çok yavaş ilerliyor olsalar da tedavi edilemediklerinde (ki o dönemde ikisi de tedavi edilemiyor) sadece bedeni tahrip etmiyor, zamanla beyne de sıçrıyorlar. Beyne ulaşan mikropların yarattığı akıl hastalıklarının en önemli belirtisi de varsanılar (halüsinasyonlar) oluyor. Şimdi Kral James’in benim kestirmeden geçtiğim abartılı cadı takıntısını bir de bu açıdan düşünebilirsiniz…
Cadı avcılığı konusunu irdeleyen bir tarihçi “Eğer sizin inanç sisteminiz cadı kavramına aşina değilse, kelimeyi değiştirip terörist deyin” diyor. “Cadı gibi teröristin de kim olduğu belli mi? Hepsi kendini gizlemiyor mu? Arkadaşımız, komşumuz, hatta ailemizden biri terörist ol(a)maz mı? İşte aynı öyle” diyor.
Kimden hoşlanmıyorsanız, kimin fikri sizinkine ters ise ona “terörist” demeniz yeterli. Bir de ihbar ettiniz mi tamam. (Yaşasın düzenin devamını sağlayan zindanlar, işkenceler, öldürmeler. İyiler kötülere işte böyle ederler…)
İhbar deyince, Avrupa salgını tam sönmüşken Amerika’da cadı avını başlatan aslında iki küçük kızın geçirdiği ilginç nöbetler. 9 yaşındaki Elizabeth Paris ve 11 yaşındaki Abigail Williams’ın çıldırmış gibi bütün bedenleri kasılmaya başlayınca bu çocuklara şeytanın dadandığı (!) kolayca anlaşılıyor. Onlara “size bunu kim yapıyor” diye soruyorlar, onların parmaklarıyla işaret ettiği komşu kadınları da “tamam işte bunlar cadı” diye tutuklayıp işkence ediyorlar. Şeytanla hiçbir işi olmadığını ısrarla söyleyen bu aşırı dindar Prüten kadınlar ısrarla cadılıkla suçlanıyor. Domuz bağıyla bağlanıp zindanlara tıkılıyor, mengenelerle kemikleri kırılıyor. Uzun süreli bu işlemlerin sonucunda cadı olduklarını itiraf ettiklerinde ise bu itirafa dayanarak suçlu oldukları da anlaşılmış oluyor…
İtiraf tamam da ihbar nerde derseniz, o da tarihin gizleri içinde. Görgü tanıklarının ifadeleri bile yok edildiği için 300 sene önce Salem’de bütün bu olan bitenleri araştıran tarihçilerin bulabildikleri çok sınırlı. Bazı tarihçiler kasılma nöbetleri oluşan 11 yaşındaki Abigail isimli kız çocuğunun, çalıştığı evin 60 yaşındaki lordu tarafından tecavüze uğradığı için “konversiyon krizleri” geçirdiği ve bu krizler yüzünden kimi ihbar edeceğinin ise kendisine öğretildiğini söylüyor. Tıpkı onun gibi kasılan 9 yaşındaki Elizabeth ise infazdan bir yıl sonra asılanları haksız yere suçladığı için özür diliyor…
Salem, bugün “cadı” temasıyla ünlü turistik bir yer. Cadılar müzesini gezebiliyor, birçok farklı mekânda cadı avına katılıp “adrenalin banyosu” yapabiliyorsunuz. (Ben Sinop mapushanesini de gezdim ama dört duvar ve pislikten başka bir şey yoktu. Sultanahmet Cezaevi lüks otele dönüştüğü için gezemedim. Mamak da gezilemiyor. Oysa hiç değilse darbe döneminde solcuları koydukları İstanbul Sirkeci’deki tabutlukları turistlere gezdirecek bir organizasyon olaydı, belki ben de adrenalin bombasına uğrardım…)
Siz eğer geçmişin eziyetini yaşarmış gibi yapıp keyif alayım diyen maceracılardan değilseniz, Salem’de gene de çok şey bulabilirsiniz. Benim gibi sokaklarında dolanıp cadı heykelleriyle ya da cadı gibi giyinmişlerle fotoğraf çektirebilir, cadılar bayramında giymek üzere kendinize değişik cadı giysileri bulabilir veya bahçenizi süslemek üzere cadı konseptli ıvır zıvır satın alabilirsiniz. Bu kentte cadı teması o kadar değişik biçimlerde işlenmiş ki anlat anlat bitmez.
Sadece Salem de mi? Bütün Amerika’da bu böyle. Örneğin cadılar bayramından bir gün önce Florida’da gittiğim bir balık restoranının tavanından aşağı boynundan asılmış sarı saçlı bir genç kız sallandırılmıştı ve bu görüntü hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. Masamıza servis yapan zenci kırması delikanlı ise zebani gibi giyinmişti ve konuşmak için ağzını açtığında kanlı köpek dişleri görünüyordu. Makyajı ve giysileri yüzünden de iltifat alıyordu…
Amerika’da Cadılar Bayramı yaygın olarak kutlanıyor, en çok eğlendikleri bayram bu. Eğlence dediğim de korku temalı. Öncelikle evlerin ön bahçeleri korkutucu aksesuarlarla süsleniyor. Evlerin içi, yemek masaları, restoranlar ve dükkanlar da dekore ediliyor ama illaki bahçeler. En çok kullanılan objeler içi oyulmuş sarı kocaman kabaklar, plastik beyaz iskeletler, kara kocaman sivri şapkalı cadılar, bembeyaz uçuşan hayaletler, simsiyah dev örümcekler. Ufak tefek bir şeyler canlanmasın gözünüzde, bu bayramı kutlayan zenginlerin bahçeleri devasa tiyatro dekorları gibi süsleniyor.
Cadılar Bayramını kutlamayan hatta karşı çıkan da var elbette. (Dini bayram deyince bizim Kurban Bayramımızı kutlamayan hatta karşı çıkanlar olduğunu da anımsayabilirsiniz.)
Bu yazıyı yazma nedenim Cadılar Bayramındaki bahçe süslemeleriyle ilgili bir sosyal medya haberi. Biri bahçesindeki iskelet falan gibi süslemelerin yanı sıra boynu ayaklarına bağlanıp dertop edilip kefen gibi beyaz beze sarılmış insan cesedi görünümlü mankeni de çimlerinin üstüne yatırmış. Artık bu kadarı da fazla diyen komşusu polise şikâyet etmiş. Haberin fotoğrafında polisler dalga geçer gibi gülümsüyorlardı, ne olacak ki altı üstü süs işte havasında. (Siz bu haberi “Komşum koca bir öküzü evinin ön bahçesinde yere yatırıp bıçakla boynunu kesti, artık bu kadarı da fazla” diyerek polis çağıran bir komşu diye de okuyabilirsiniz).
Polisler gülüp geçse de dertop edilmiş insan figürü bana neler neler hatırlattı. Tarikat ehlince aylar boyunca işkence edilip sonra domuz bağıyla katledilen Konca Kuriş’i hatırlattı. Yeni öğrendiğim Salem hikayesinde ilk infaz edilen ama sonra pek bahsedilmeyen, aynı biçimde boynu ayaklarına iple bağlanarak boğulan erkek cadıyı hatırlattı. Biden’ı o biçimde bağlayıp boynundaki ipi yular gibi tutarak yerde sürükleyen temsili bir resimden oluşan devasa bir posteri kamyonunun arkasına yapıştırdığını gördüğüm Kuzey Floridalı Trumpçı bir köylüyü hatırlattı. Daha da neler hatırlattı. Bahçe süsü ha…
Amerika hapşırınca biz nezle olduğumuzdan, artık biz de Cadılar Bayramı kutluyoruz. Çocuklarımızı kara tüllere büründürüp oyulmuş kabaklarla falan eğleniyoruz. Bu neyin bayramıdır, neyin sevincidir diyenlere de “aslen hasat bayramıdır” gibi aslıyla alakasız ezber yorumlar sunuyoruz. Hadi kabak hasattan geliyor diyelim, süpürgeli kazanlı cadısı ne oluyor, örümceğiyle iskeletiyle kanlı korkutmalı süslemeleriyle bu terör görüntülerinin tarımla ve verimle ne alakası var diye soramıyoruz…
Zaten ne hakla sorabiliriz ki? Oğlunun boynunu kesmeye niyetliydi ama kesmedi diye yüzyıllardır büyükbaş küçükbaş demeden hayvan boğazlayarak yapılan bayrama da aynı biçimde anlam kazandırma gayretkeşi değil miyiz?
Gene lafı uzattım, cadı katliamının nasıl içinin boşaltılıp bayrama döndürüldüğünün hikayesine gelemedim. Zaten boş verin gitsin. Kendi kutsal bayramlarımızın nasıl ve niye bayram olduğunu, hangi katliamlı hikayelerin din kisvesine bürünüp şekerli yemekli şenliklere dönüştürüldüğünü öğrendik de bu mu kusur kaldı?
İlgili yazı: