Faşizmle savaş (1)-Emre Kongar (Cumhuriyet)
“Faşizm, bir mikrop olarak hem bakteri hem de virüs özellikleri taşır:
Hem bağımsız olarak yaşayabilir hem de bir organizmanın içine girdiğinde onun hücrelerini kullanarak çoğalır.
İçine girdiği organizmayı sömürür, kemirir ve yok eder.
Toplumsal hastalık yaratan siyasal bir mikrop olduğu için onunla hem siyasal hem toplumsal hem de bireysel olarak savaşmak gerekir.
1) Faşizm mikrobu, toplumu bir siyasal rejim olarak ele geçirdiği için onunla savaşmanın siyasal ilacı Demokrasidir.
Faşizmle mücadele siyasal olarak şu üç ilke bağlamında yapılmalıdır:
a) Adil, şeffaf, periyodik seçimler.
b) İktidarın bütün eylem ve söylemlerinin başta ifade, muhalefet ve medya özgürlükleri olmak üzere, Temel İnsan Hak ve Özgürlüklerine uygun olması; bunlara aykırı programı olan partilere ve aykırı davranan iktidarlara izin verilmemesi.
c) Bu iki koşulun uygulanmasını sağlayacak olan bağımsız bir yargı ve bağımsız bir Anayasa Mahkemesi.”
İstanbul kuşatması-İlber Ortaylı (Hürriyet)
“Tarihte, babasının ölümü üzerine henüz beş yaşında tahta geçen hükümdar dahi vardır. (XIII. Louis’nin ölümü üzerine XIV. Louis’nin tahta çıkması gibi.) Şüphesiz, annelerinin naipliğiyle 18 yaşına kadar hükümdar sayılmaları, hukuken tartışmalı bir durumdur. Osmanlı tahtında da buna benzer örnekler mevcuttur. Şedid bir hükümdar olan IV. Murad da çok küçük yaşta, henüz buluğ çağına ermeden tahta çıkmıştır. Niyabet (naiplik) Valide Kösem Sultan’daydı. Gerçek anlamda iktidarı ele alması ise daha sonra gerçekleşmiştir.
İstisnai şahsiyetlerden biri de Sultan Abdülmecid’dir. 16 yaşında tahta geçmek zorunda kalmıştır. Sert kararlar alan bir devlet adamı ya da büyük bir reformcu olmaktan ziyade, olayları arka planda yöneten bir hükümdardı. Tanzimat kadrosu gibi, birbirleriyle geçinmeye doğuştan isteksiz devlet adamlarının arasını bulmakta, en olgun arabulucuları bile hayrete düşürecek bir uzlaştırıcı kişilik olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu olgunluğu ve manevra kabiliyetiyle, bugünün birçok gencinin sadece eğlence peşinde koştuğu yaşlarda bir imparatorluğu idare ediyordu.”
Köylü milletin efendisiydi!..Abbas Güçlü (Milliyet)
“Atatürk “Köylü milletin efendisidir” derken köyde yaşayanlardan çok üretenleri onore etmişti. Bu söz bugünün Japonya’sında hâlâ çok geçerli…
Yaşam dün kırsaldaydı, bugün kentlerde. Üretenler de dün köylülerdi, bugün herkes. Peki köylülük, çiftçilik öldü mü? Tarıma, hayvancılığa, yerel üretime gerek kalmadı mı?
Cevabı zor sorular ve üzerinde uzun uzun düşünmek ve konuşmak gerekir… Kuraklık ve kıtlık gümbür gümbür geliyor ve temel gıda ürünleri, fazla değil çok yakın bir zaman her şeyden çok daha önemli hale gelecek…
Peki gelinen son nokta ne?
Dünya tarıma daha çok yönelmeye başladı bizde ise tarım ve hayvancılık can çekişiyor.
Köylerimiz boşaldı. Çiftçilik yapan kalmadı gibi.
Birkaç nesil sonra hayatın olmazsa olmazı olan bu alanda iş bilen, çalışan, bunu bir yaşam tarzı olarak gören sayısı daha da azalırsa hiç şaşırtıcı olmaz! Oysa Avrupa’nın ve dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile köylülük, çiftçilik, üreticilik en onurlu mesleklerden birisi olarak, asırlar boyunca olduğu gibi gelecekte de ailelerin ve gençlerin hayali olmaya devam ediyor. Nerede hata yaptık sorusuna cevap aramaya geçmeden önce, bu konulara en fazla kafa yoran parlamenterlerden CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in tespitlerine bir göz atalım…”
İçeride otoriterleşme, dış politikada teslimiyet: 2 günde çifte fiyasko-İbrahim Varlı (BirGün)
“Ellerindeki tüm medya gücü ve devlet olanaklarıyla oluşturulmaya çalışılan algıya rağmen tek adam rejiminin dış politikası çuvallıyor. İstanbul Belediyesi üzerinden gerçekleştirilen 19 Mart operasyonun gölgesinde kalan birkaç günde iki önemli dış politik gelişme bu durumu bir kez daha gösterdi.
1- İsrail, Türkiye’nin Suriye’de istediği üssü vurdu
İsrail 3 Nisan’da Suriye’de Türkiye’nin İHA/SİHA konuşlandırmak istediği iddia edilen Hama’daki T4 hava üssünü bombaladı. İsrail basını saldırının Ankara’ya “Suriye’de üs kurma ve İsrail’in faaliyetlerine karışma” mesajı olduğunu yazdı. Çeşitli kaynaklara göre Ankara, üsse insansız hava araçları konuşlandırmayı hedefliyor. Saldırı sonrasında Jerusalem Post’a konuşan İsrailli bir yetkili, T4’e yönelik saldırıların “Türkiye’ye bir mesaj olduğunu” söyledi.
İsrail’in geçen ay da iki kez hedef aldığı T4’e Türkiye’nin asker konuşlandırmaya hazırlandığı şeklinde haberler son dönemde dikkat çekmişti. İsrail, sadece Türkiye’nin değil hiç bir ülkenin veya aktörün Suriye’de etki alanına sahip olmasına istemiyor. Ankara’nın Suriye’deki varlığını “potansiyet tehdit” olarak gördüğünü defalarca dile getirdi.
Golan Tepeleri üzerinden başlayan fiili işgalini hava saldırılarıyla bezeyen İsrail ordusu, sık sık düzenlediği saldırılarla Suriye’nin askeri-sınai kapasitesini yok ederken, gövde gösterisinde de bulunuyor. Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasında ve cihatçılara teslim edilmesinde başrolü oynayan İsrail ve Türkiye’nin Suriye’deki nüfuz mücadelesi burada durmayacak gibi.”
Ne bekliyorduk ki: Ünlülerden kamusal beklentiler-Aslı Kotaman (T24)
“Biz ünlülerden hep fazla şey beklemiyor muyuz? Oysa tarih boyunca ünlüler çelişkili, karmaşık, kusurlu da oldular.
Bazı sesler yankılanır; bazılarıysa titreşir. Belki de hiçbir dönem ünlü olmak, bu kadar büyük bir kamusal yük anlamına gelmemişti. Bugün artık yalnızca yetenekleriyle değil, ne düşündükleriyle, neyi savunduklarıyla, hangi açıklamaları yapıp yapmadıklarıyla da sürekli ölçülüyorlar. Ünlülerden açıklama bekleme hâlimiz, magazinsel bir meraktan çok daha derin bir yerden, bence temsil edilme arzusundan kaynaklanıyor.
Bakın, Louis Althusser, karısını öldürmüştü; evet, “ideolojinin nasıl işlediğini” anlatan büyük teorisyen, özel hayatında korkunç bir trajedinin failiydi. Picasso, kadın düşkünlüğü ve eşitsiz ilişkileriyle eleştirildi; kendisi zaten bunu saklamadı bile. Caravaggio deseniz, hem hırsız hem adam öldürdüğü düşünülen biri; ama bugün hâlâ resimlerine hayranlıkla bakıyoruz. Jean-Jacques Rousseau, çocuklarını yetimhaneye bırakmıştı; sonra da dönüp toplumsal sözleşme üzerine ahlaki traktatlar yazdı. Martin Heidegger, Nazi Partisi’ne üyeydi; ama bugün felsefe konuşacaksak, ondan kaçmamız hâlâ pek mümkün olmuyor.
Büyük devrimci Jean-Jacques Dessalines, Haiti’nin bağımsızlık mücadelesinde kahramandı, ama binlerce insanı katlettiği suçlamalarıyla gölgelendi. Ezra Pound, şiirleriyle modernizmin dev isimlerinden biri ama Mussolini hayranlığı ve faşist propaganda yayınları hâlâ başlı başına bir utanç vesikası olarak duruyor.”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: