“Kasım 2024’te CİMER’e ulaşan ihbara göre yüzlerce Türk öğrenci sahte yabancı pasaportlarla üniversitelere özellikle de tıp ve hukuk fakültelerine kayıt yaptırdı.
Biliyorsunuz; kamu kurumlarının yetkililerine ait kimlik bilgileri, sahte olarak düzenlenen kimliklere eklenmiş ve bu kimlikler üzerinden kurum yetkilileri adına e-imza çıkarılmıştı. Bu e-imzalar kullanılarak üniversitelerin sistemlerine girilmiş ölmüş kişilerin kayıtları, para karşılığı anlaşılan kişiler üzerine geçirilerek sahte diplomalar hazırlanmıştı.
Ayrıca, Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri adına alınan e-imzalarla, ehliyet sınavlarından başarısız olan kişilerin sınav notları yükseltilmişti. Sanıklar, yaptıkları sahtekârlıkları beyanlarında itiraf ettiler. Olay kapsamında; sahte sertifikalar, sahte sağlık raporları, “joker” olarak sınavlara giren kişiler gibi birçok usulsüzlük belirlendi.
2024 Eylül ayında “sahte e-imza ile ölen kişiler üzerine diploma çıkarılıyor” dediğimde kimse bana inanmamıştı. Olayın mağduru savcılığa başvurunca soruşturma genişledi bugün ise iddianame tamamlandı ve kovuşturma süreci başladı. Zira ben bu olayı gündeme getirdiğimde YÖK yetkilileri ilk başta inanamamış, üniversite ile görüştükten sonra doğruluğunu teyit edebilmişlerdi. Ne yazık ki bu sahte diploma yolsuzluğu, basit bir yargılamayla kapatılacak gibi görünüyor. Çünkü beş kişinin kahvede buluşmasını bile “örgütlü suç” sayan yargımız, bu çeteyi örgütsüz görmüş ve “örgüt” suçlamasında bulunmamış.
Bir özet geçmem gerekirse sahte pasaportlarla üniversitelere özellikle de tıp fakültesi ve hukuk fakültelerine kayıt olmuşlar.
Kasım 2024… CİMER’e bir ihbar ulaşıyor. İhbar özetle şöyle:
“Son dönemde, bazı Türk öğrencilerin sahte pasaportlar aracılığıyla ‘uluslararası öğrenci’ statüsü kazanarak üniversitelerimize başvuruda bulunduklarına ve bu başvuruların onaylanarak kayda alındığına dair ciddi ve endişe verici bilgilere ulaşılmıştır. Sahte pasaportlarla yapılan bu başvurular sonucunda, öğrenciler uluslararası öğrenci kontenjanlarından faydalanarak tıp, diş hekimliği ve hukuk gibi stratejik ve yüksek puan gerektiren bölümlere haksız bir şekilde kayıt yaptırmaktadırlar. Bu süreçte, üniversitelerin uluslararası ofis birimlerinde görevli bazı müdürlerin de bahsi geçen sahte başvurulara göz yumduğu, hatta işlemlerin kolaylaştırılmasına yönelik adımlar attığı iddia edilmektedir. Bu durumun, ülkemizin hukuki ve milli güvenlik unsurlarını koruma yükümlülüğü çerçevesinde detaylıca incelenmesi ve gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim.”
Filistin ve Erdoğan-Aydın Ünal (Yeni Şafak)
“Gazze’deki durum katlanılamaz bir noktaya ulaştı. Bıçak kemiğe dayandı, hatta kemiği parçaladı. İnsanlık tarihinin en acımasız toplu kıyımı, soykırımı gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Ve yapacak, yapabilecek hiçbir şeyimiz yok. Gösteriler, protestolar, boykot çabaları, kınamalar, ambargo tehditleri İsrail’i durdurmuyor. Her geçen gün şiddetin dozu artıyor. Sokak köpeklerinin bile bir deri-bir kemik kalmış videoları düşüyor önümüze; sokak köpeklerinin aç kaldığı bir ortamda insanlar, çocuklar, bebekler ne haldedir varın siz hesap edin. 21’inci Yüzyıl’da, sınırsız lüks ve şatafat dolu bir coğrafyada, 2,5 milyon insan açlıktan gözlerimizin önünde ölüyor.
Hiç şüphesiz Allah’tan ümidimizi bir an olsun kesmeyeceğiz. Ama öfkemiz de burnumuzda. Dişlerimizi, yumruklarımızı sıkıyor, öyle anlar geliyor ki kafamızı öfke patlamalarıyla duvarlara vuruyoruz. Sonra dönüyor, o öfkeyle, sayıları 2 milyarı bulan İslam alemini sorguluyoruz. İyi de, kim ne yapabilir? Bangladeş’teki, Hindistan’daki, Endonezya, Malezya, Irak, Mısır, Sudan’daki ve daha nicesindeki Müslüman’ın benden, bizden ne farkı var? Hepsi aynı durumda. Hepsi çaresiz. Hepsi elinden bir şey gelmemenin öfkesiyle kavruluyor.
İşte o zaman öfkemiz, tepkimiz yine haklı olarak devletlere yöneliyor. Neden hiçbiri bir şey yapmıyor? Cılız kınamaların ötesine neden geçilemiyor? Neden toplanıp toplanıp dağılıyorlar? Neden ortak bir eylem ortaya koyamıyorlar? Mesela neden petrol vanalarını kapatmıyorlar? Neden ortak bir ordu kurma hayalini bile dile getirmiyorlar? Hatta neden daha sert, daha etkili açıklamalar yapmıyorlar?”
Azerbaycan – Ermenistan barışında Ankara geç kaldı-Namık Tan (T24)
“Azerbaycan 2020 yılında kendi toprağı Karabağ’ı yeniden kapsayacak biçimde ulusal egemenliğini ülke toprağına tümüyle yayabilmesine olanak tanıyan 44 günlük askeri harekatı Türkiye’nin lojistik ve planlama desteğiyle gerçekleştirebilmişti.
Türkiye’nin Azerbaycan’la olan çok boyutlu ve karşılıklı dayanışması ve bu doğrultuda Ermenistan’la olan ilişkilerini Karabağ’ın yeniden ait olduğu Azerbaycan’ın egemenliği altına geri dönmesi ön koşuluna bağlaması toplumun geniş kesiminden hep destek bulageldi.
Ana muhalefeti temsilen Cumhuriyet’in kurucu ve 2024 yerel seçimlerinden bu yana da Türkiye’nin birinci partisi CHP olarak biz de her zaman Ankara’nın bu politikasının ve doğrudan Azerbaycan’ın tereddütsüz arkasında durduk.
Genç Cumhuriyetin sınırlarını Dilucu’ndan Nahçıvan’a değdiren sınır düzenlemelerinin altında da Lozan, Montrö, Hatay gibi diplomasi zaferlerinde olduğu gibi kurucu önder Atatürk’ün imzası bulunduğu tarih ve diplomasi bilinciyle hareket ettik.
Ancak, Erdoğan yönetimi barışın sağlanmasında diplomasiyi etkin biçimde kullanmakta gecikti. Dış politikanın hep halkla ilişkiler (“PR”) boyutunu ve deyim yerindeyse dış politika ekmeğini fırından çıktığı gibi iç siyasette yemeyi önceledi.
Azerbaycan’la olan ilişkilerde dengeyi koruyamadı. Ulusal çıkarları gözetmeyi bilemedi. Stratejinin temel ilkesinin zamanın denetimini elde tutmak olduğunu gözardı etti. Nihayet kendini Bakü’nün peşinden sürüklenir konuma indirgedi.
Bu yanılgı ve yanılsama, esasen Azerbaycan’da da herhangi bir karşılık bulmadı ve anlaşılmadı. Azerbaycan’a herhangi bir katkısı da olmadı. Moskova’yla Vaşington ve Ankara ile Tahran arasında özerk bir hatta incelikli diplomasi yürütmeyi iyi beceren Aliyev’in Netanyahu’yla olan yakın işbirliği de Ankara’nın “ters tarafına” geldi.
Bir yandan örtük hedefi ABD’yi ve başta Fransa Avrupalıları Kafkasya ve Ortadoğu’dan atmak olan politikalar, diğer yandan NATO çatısı altında Rusya’yı başat hasım gören politikalara etkin katkı sunmak, Türkiye’ye bir tür “kurumsal kişilik bölünmesi” yaşattı. Ankara’yı kendi özgün tarihsel yönelimiyle kavgalı duruma düşürdü.
ransatlantik bağları zaten hiçe sayan Trump döneminde ise çelişkili biçimde dış politika ABD’nin dümen suyuna girecek biçimde yeniden uyarlandı. Dolayısıyla, Ankara, Vaşington’da imzalanan Azerbaycan-Ermenistan uzlaşısına yönelik olarak tuhaf ve zayıf bir yazılı destek açıklamasıyla yetinmek durumunda kaldı.”
Vicdanlarımız bu kadar çürümüş olabilir mi?-Mehmet Ocaktan (Karar)
“Son dönemde vicdanlarımızı yaralayan, yüzümüzü kızartan öylesine utandırıcı olaylara tanıklık ediyoruz ki, halimizi anlatmada kelimeler bile kifayetsiz kalıyor.
19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı düzenlenen siyaset mühendisliği operasyonu kapsamında tutuklanan ve lenfoma şüphesiyle ameliyat olduktan sonra anjiyo operasyonu geçiren Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık’la ilgili bir gazetenin “Turp gibi” manşetini görünce içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim.
İnsanlığa karşı böylesine kin ve nefret besleyen, kendisini hiçbir insani ve İslami değerle bağlı hissetmeyen bir zihniyetle aynı dünyayı paylaşmak gerçekten insana acı veriyor.
Kelimeler adeta boğazımda düğümleniyor ve bir Müslüman olarak çaresizce utancımı içime gömüyorum…
Neyse ki büyük şairimiz Mehmet Akif’in dizeleriyle teselli bulmaya çalışıyorum.
/Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakîkî Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!/
Hiçbir ideolojik bagaja sığınmadan açık yüreklilikle bir gerçeğin altını çizelim. Devleti yöneten bakanlar, bürokratlar, belediye başkanları herhangi bir yolsuzluğa usulsüzlüğe karışmış olabilirler. Kimse layüsel değildir ve herkes hukuk çerçevesinde yargılanabilir, buna kimsenin itirazı olamaz.
Ancak bu süreç, yargının üzerine ağır siyaset gölgesi düşürülerek, adalete olan güveni sarsacak bir siyasi operasyona dönüştürülürse, sonunda hukuk da ülke de kaybeder.”
Erdoğan’ın “tane şehit” söylemi-Faruk Bildirici (BirGün)
“Dil ve yazın emekçisi Attila Aşut, “tane” sözcüğünün insanlar için kullanılmaması gerektiğini defalarca yazmış, uyarmıştı. Bu kez, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, şehitlerden “tane” diye söz etmesine takılmış, BirGün’deki yazısına -haklı olarak- “Tane şehit söylemi çok incitici” başlığını koymuştu.
Aşut, Anadolu Ajansı’nın Erdoğan’ın sözlerini aynen servis ettiğini, ama bazı ajans ve gazetelerin “tane şehit” sözünü düzelterek yayımladığını belirtiyor; “Buna hakları var mıydı? İşin bu boyutunun değerlendirmesini Medya Ombudsmanımız Faruk Bildirici’ye bırakıyorum” diyerek de konuyu bana havale ediyordu.
Erdoğan, 2020’de “Libya’da birkaç tane şehidimiz var” dediğinde bu yaklaşımı çok tartışılmış, eleştirilmişti. Ama hiç etkilenmeden devam ediyor aynı yanlışa. Ben de o zaman medyanın Erdoğan’ın dil yanlışları ve prompter kazaları konusundaki tutumuna itiraz etmiştim:
“(Erdoğan’ın) Prompter kazaları ve yanlış ifadeleri hakkında okura/izleyiciye bilgi verilmeyip, yanlış ifadeleri de duyurularak düzeltilmeyince gerçeklere aykırı olarak Erdoğan konuşmalarında hiç yanlış yapmıyormuş gibi sunulmuş oluyor.”
Aşut’un sözünü ettiği “tane şehit” yanlışı için de aynı görüşü yinelemem gerek. Temel ilkemiz, doğruları aktarma yükümlülüğümüzdür; gazeteci olarak yanlışı aktaramayız. Her kim yanlış yaparsa düzelterek aktarırız.
Ancak Erdoğan, bir politikacı, bir kamusal kişilik ve de cumhurbaşkanı. O nedenle Erdoğan’ın dil (ya da bilgi ve söylem) yanlışlarını düzeltmekle kalmamalı, düzelttiğimizi de okura, izleyiciye bildirmeliyiz. Aksi halde kendimizi Erdoğan’ın yanlışını temizleyen, onu eksik tanıtan ve toplumdan bilgi saklayan bir halkla ilişkiler görevlisi konumuna indirgemiş oluruz.”
Not: Başlıkları tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: