Refahı ve adaleti demokrasiyle getireceğiz- Ekrem İmamoğlu (T24 konuk yazar)
“Alacağı her karar, yapacağı her kanun için Cumhurbaşkanının iki dudağının arasından çıkacak bir çift sözü bekleyen milletvekillerinin çoğunluğu oluşturduğu bir yasama; Cumhurbaşkanı adaylarını, parti liderlerini, seçilmiş milletvekillerini, gazetecileri, öğrencileri, sendikacıları cezaevine doldurup, ülkenin birinci partisini kimin yöneteceğine karar vermeye kalkışan bir yargı; “faiz sebep enflasyon sonuç” diyen Cumhurbaşkanının talimatıyla faizleri düşürüp önce enflasyonu sonra faizleri zıplatan, atacağı her imza için “beyefendi ne der?” diye düşünen bir yürütme…
Kuvvetler ayrılığına, denge ve denetime, yargı bağımsızlığına, demokrasiye, adalete, liyakate, iyi yönetime, berekete ve refaha veda etmiş bir ülke…
Ülkemin hali ne yazık ki bu.
Peki Türkiye hep böyle miydi?
Değildi.
Yasamamızda, yargımızda, yürütmemizde, kuvvetler ayrılığında, denge ve denetleme sisteminde, demokrasimizde hep sorunlar vardı. Ama bugünkü manzara bir başka.
Demokrasimizin bu kadar gerilediği, kuvvetler arası ilişkinin bu kadar bozulduğu, yürütmenin hem yasamaya hem de yargıya bu kadar hâkim olduğu bir dönemimiz hiç olmamıştı. Ülkeyi yönetmek üzere seçimle iş başına gelenlerin kendilerini bu kadar devlet saydığı, devlet mekanizmasının bu kadar siyasileşip, bu kadar muhalefete karşı kullanıldığı bir dönem hiç olmamıştı.
Peki ne oldu da işler bu hale geldi?
Cevabı hepimiz biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye afili bir adla anılan otoriter tek adam rejiminden başka bir sebebi yok bu olanların. 2016’daki darbe girişiminin yol açtığı siyasi atmosferi ve OHAL kapsamında, basın ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı ortamı kullanarak yapılan anayasa değişikliğiyle Türkiye’nin yüz elli yıllık parlamenter sistemi sona erdirildi.
Gazi Meclis zayıflatıldı. Meclisin kanun yapma, bütçe belirleme ve hükümeti denetleme işlevi zayıflatıldı. Gensoru ve sözlü soru imkanları ortadan kaldırıldı, Meclis soruşturmaları imkânsız nisaplara bağlandı ve böylece denetim mekanizmaları yok edildi veya işlemez hale geldi. Geçmişte, devletin tarafsız başı olan Cumhurbaşkanı artık bir siyasi partinin genel başkanı; yürütmenin başı olarak seçimlerde partisinin milletvekili listelerini belirleyip yasama üzerinde kontrolsüz bir güç edinmiş durumda.
Tüm bu yapısal sebeplerle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi parlamentoyu esaslı ölçüde zayıflattı.
Yargının temel taşı olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısı değiştirildi ve yürütmenin fiili etkisi altına girdi, yargı bağımsızlığı zayıflatıldı.
Devletin tüm yetkilileri, A’dan Z’ye bir kişinin takdirine kalmış bir karar sistemiyle atanıyor. Atamalar, kişilerin görev süreleri kanun koruması altındayken, her kurumla ilgili kanunda liyakat/tecrübe kriterleri mevcutken, tüm bunlar yok edilerek devletin kurumsal yapısı zayıflatıldı.
Yasama ve yargının yürütme üzerindeki denge ve denetleme gücü zayıflatıldı, yürütme fiilen yasama ve yargıyı kontrol etmeye başladı. Yürütmenin bütünüyle Cumhurbaşkanına devredildiği bir “süper başkanlık” modeli getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kalktı, kuvvetler birliği modeline geçildi.
Berekete, refaha, adalete, liyakate, iyi yönetime kavuşabilmek için bu tek adam rejiminden kurtulmak, demokrasiye, kuvvetler ayrılığına, hukukun üstünlüğüne dönmek zorundayız. Yargıyı bağımsız, Meclis’i yeniden siyasetin merkezi kılmadan, yürütmeyi ehliyet sahiplerine teslim etmeden, Cumhurbaşkanının gücünü sınırlamadan ne refaha kavuşabiliriz ne adalete ne de berekete.
Bütün bunların gerçekleşeceği bir Türkiye uzak değil. Önümüzdeki ilk seçimlerden sonra bunları tek tek yapmaya başlayacağız.”
Sahi, kimler imam hatipli?-Barış Pehlivan (Cumhuriyet)
““LGS’deki şaibe iddialarına dair Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu açıklamayı yaptı: İmam hatip okullarının akademik başarıları, özellikle fen ve sosyal bilimler alanında giderek artıyor. Bu durum da bazı kesimleri rahatsız etmiş görünüyor. Günlerdir yürütülen ahlaksız iftira kampanyasının tek bir açıklaması vardır; o da imam hatip düşmanlığıdır.”
Halbuki mesele cumhurbaşkanının dediği gibi değil. Memleketin Polis Akademisi’nin bile raporunda “2000- 2013 yılları arasındaki tüm sınav soruları çalınmıştır” diye kabul ettiği yakın tarih bizi çok haklı bir şüpheye sokuyor.
Bununla birlikte…
Şunu samimiyetle merak ediyorum: İmam hatiplerin kurucusu Celalettin Ökten’in çocuğu, torunu ve hatta torununun çocuğu hangi okullarda okudu? Ben açık kaynaklarda “imam hatip” bilgisine ulaşamadım.
Soruyu elbette, “kutlu davamızın sembolü” diyerek imam hatipleri örnek gösteren yeni elit AKP’lilere kadar uzatabilir ve hatta ek de yapabilirim: Madem imam hatipler bu kadar başarılı ve “davanızın sembolü”, o halde çocuklarınızı zamanında neden Fethullahçıların okullarında ya da yabancı dilde eğitim veren kolejlerde okuttunuz/okutuyorsunuz?
Sözün özü: Memleketin yoksul çocuklarına imam hatip davasında işçilik rolü veriyorsunuz ama kendiniz başka bir idealin peşinden koşuyorsunuz.”
Trump ve Netanyahu’nun Suriye vizyonları çatışınca-Kadir Üstün (Yeni Şafak)
“Suriye’de Esed rejimi sonrası geçen yedi aylık süre içerisinde siyasi istikrar konusunda büyük mesafe alındı ancak Süveyde olayları daha yolun başında olduğumuzu hatırlatıyor. Ahmed el-Şara yönetimi hem farklı gruplar arasında uzlaşı hem de uluslararası diplomatik kabul konusunda önemli aşama kaydetti. Uluslararası yaptırımların kaldırılmasından farklı etnik ve mezhepsel grupların yeni yönetimle ilişkilerine kadar birçok olumlu gelişme yaşandı. Bununla birlikte İsrail’in Süveyde olaylarındaki dahlinde görüldüğü üzere, Suriye’nin istikrarının bölgesel gelişmelerle yakından ilgili olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. İsrail’in Suriye’ye müdahalesini, İran’a saldırarak ABD’yi savaşın eşiğine getirmesi sonrasında Ortadoğu’da güç dengelerini yeniden düzenleme çabasının devamı olarak görebiliriz.
Süveyde’de Dürzileri korumak adına şiddet olaylarına müdahale eden İsrail, Washington’ın baskısıyla ateşkes sağlanmasına razı oldu. Daha önce Dürzileri koruma söylemiyle şiddet olaylarını kışkırtan Netanyahu yönetimi, olaylara doğrudan müdahale ederek Suriye içindeki fiili hareket özgürlüğünü normalleştirmeye çalışıyor. Şam’ın ve İsrail sınırına yakın bölgelerin vurulmasını rutin hale getiren İsrail’in müdahalesinin Suriye’de istikrar arayan Trump yönetiminin öncelikleriyle örtüşmediği açık. Suriye’den tamamen çekilmek ve bunu sağlamak için de Şam yönetimine bir fırsat vermeye çalışan Trump, Suriye’nin güneyini ‘askersizleştirmekten’ dem vuran Netanyahu’yla aynı frekansta değil.
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın İsrail müdahalesini nefs-i müdafaa bağlamında değerlendirmekle birlikte bunun ‘çok kafa karıştırıcı’ ve ‘çok yanlış bir zamanlamada’ gerçekleştiğini söylemesi Washington’ın rahatsızlığına işaret ediyordu. Beyaz Saray, İsrail’in Suriye’ye ve Gazze’deki Katolik Kilisesi’ne saldırılarının Trump’ı ‘hazırlıksız yakaladığını’ ve Başkan’ın Netanyahu’yu ‘durumu düzeltmek için hemen aradığını’ açıkladı. Amerikan basınında çıkan haberlere göre de Trump yönetimi yetkilileri Netanyahu’yu ‘çılgın adam’ olarak nitelemeye başladılar.”
Bahçeli’nin sözleri-Taha Akyol (Karar)
“MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, kendi milletvekilleriyle birkaç ay önceki sohbet sırasında “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt, diğeri Alevi olsun” diye konuştuğunu gazeteci İsmail Saymaz yazdı.
İlk okuduğumda, İsmail yazdıysa doğrudur diye düşünmüştüm.
Önceki gün Bahçeli bir açıklama ile, o sözleri “basına kapalı” toplantıda söylediğini belirtti. Bahçeli, İsmail Saymaz hakkında, kapalı toplantıdaki o sözleri yazdığı için aşağılayıcı ifadelerde bulundu.
Halbuki gazetecinin görevi yalan yazmamaktır. Basına kapalı da olsa gazeteci doğru olmak kaydıyla içeriğini yazar. Yazdığı için konu kamuoyunun gündemine geldi.
Bahçeli’nin üniter devlet ilkesine bağlılığı şüphesizdir. Zaten o sözlerinin “siyasi bir öneri” olduğunu söylüyor. Yani bir model, bir anayasa değişikliği önerisi değil…
Ancak kamuoyunda bu kadar yankılanması ise tabiidir.
KCK’nın Öcalan imzalı metinlerinde “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” dışında, Suriye, Irak ve İran Kürtlerini de kapsayacak “KCK vatandaşlığı” örgütlenmesi öngörülüyor…
Benzer sorunların yaşandığı başka ülkelerde çeşitli modeller var…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki çözüm süreci döneminde, “eyalet sistemi”ni öven ve “Osmanlı’da da Kürdistan vilayeti vardı” şeklinde sözleri olmuştu…
Dahası, bugünkü sürecin bütün takvimi açıklanmış değildir. KCK feshedilecek mi, edilmeyecek mi, belirsiz.
Böyle bir ortamda “Lübnan” türü çok kimlikli devlet kurumlaşmasının çok yanlış olacağının hatırlatılması, tekdir değil takdir edilmelidir. Tolga Şirin’nin “Lübnanlaşmak Nedir?” başlıklı yazısını okurlarıma tavsiye ederim.”
İktidarın Öcalan ısrarı: 2025, 2019’un devamı mı?-Berkant Gültekin (BirGün)
“İktidarın “Terörsüz Türkiye” olarak tanımladığı, Kürt hareketinin ise “toplumsal barış ve demokratikleşme” kavramlarıyla açıkladığı süreç, gizlenen ya da henüz belirlenmemiş içeriğiyle tartışılmaya devam ediyor. İktidarın niyeti az çok ortada ama Kürt hareketi, farklı olası sonuçlarına dikkat çekip muhalefeti sürece müspet bir yerden bakmaya çağırıyor.
Başlık yanlış anlaşılmasın, Kürt hareketinin taraf olduğu bir süreç yürütülüyorsa elbette doğal muhataplardan biri de Abdullah Öcalan’dır. Bu, onu sevip sevmeme, görüşlerini değerli bulup bulmamakla alakalı bir durum değil, eşyanın tabiatı gereğidir. Sonuçta Öcalan, PKK’nin, yani ülkedeki kimlik inkarına karşı geliştirdiği çizgiyle güçlü bir varlık kazanmış olan Kürt siyasi hareketinin tarihsel lideridir.
İktidarın yaklaşımı açısından meselenin dikkat çeken tarafı, Öcalan’ın muhatap alınmasından öte, neden sadece Öcalan’ın muhatap alındığı ve her detayın kapalı kapılar ardında belirlendiğidir. Sürece ilişkin bu metot, Kürt hareketinin hiyerarşik yapısına saygı duyulduğu için mi seçilmiştir yoksa iktidarın, Öcalan’ı merkeze almasının arkasında başkaca siyasi hesaplar ve beklentiler mi vardır?
Bu sorunun cevabını aramak için 6 yıl önceye, bir önceki yerel seçimlerin yapıldığı günlere gidelim. Yıllar sonra İstanbul ve Ankara’yı kaybeden AKP, yenilgiyi kabullenmeyerek İstanbul seçimini “usulsüzlük” bahanesiyle iptal ettirmiş ancak 23 Haziran 2019 günü tekrar edilen seçimde Ekrem İmamoğlu’nun oylarını artırmasına ve İBB Başkanı seçilmesine engel olamamıştı. Fakat engel olmak için seçimden 3 gün önce ilginç bir yönteme başvurulmuştu.
Kamuoyunda pek tanınmayan ve Munzur Üniversitesi’nde görev yapan bir akademisyen olan Ali Kemal Özcan, 20 Haziran’da kameraların karşısına geçmiş, AA’nınki dahil önünde duran ajans mikrofonlarına PKK lideri Öcalan’ın mektubunu okumuştu. Özcan’ın söylediğine göre bu mektup, kendisine Öcalan tarafından avukatlarına iletilmek üzere verilmişti. Öcalan mektubunda, HDP’yi seçimde tarafsız kalmaya çağırıyordu:
“HDP’de vücut bulan demokratik ittifak anlayışı güncel seçim tartışmalarına taraf ve payanda yapılmamalıdır. Demokratik ittifakın önemi ve tarihsel anlamı mevcut ikilemlere kendini angaje etmemesi ve şimdiye kadar olduğu gibi seçimlerdeki tarafsız çizgisinde ısrar etmesidir.”
AA Haberi, “Teröristbaşı Öcalan’dan HDP’ye İstanbul seçimlerinde tarafsızlık çağrısı” başlığıyla servis etti. Erdoğan ve Bahçeli de mektubu önemseyerek, yaptıkları değerlendirmelerde “teröristbaşı” olarak andıkları Öcalan’ın çağrısına Kürt halkının kulak vermesi gerektiğini söylediler. İktidar bloku, CHP’nin adaylarını destekleyen Kürt hareketi ile PKK lideri Öcalan’ın farklı yerlerde durduğuna işaret edip HDP oylarının İmamoğlu’na gitmesini önlemek niyetindeydi. Erdoğan yaşananları “Öcalan ile Demirtaş arasındaki liderlik kavgası” olarak yorumladı ve şöyle dedi: “Öcalan, Demirtaş’a ve dağa mesajlarını veriyor.”
Not: Başlıkları tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: