Ankara Adliyesi’nde neler oluyor?-Murat Ağırel (Cumhuriyet)
“Uzun zamandır insanlar güven bunalımı yaşıyor. Özellikle de yargıya kimse güvenemiyor. Trafikte bile çoğu insan bıçakla, sopayla, biber gazıyla dolaşıyor.
Türkiye’de artık şöyle bir görüntü oluştu: Birini bıçaklarsam, vergi kaçırırsam, cinayet işlersem, hırsızlık yaparsam serbest kalabilirim ama iktidara muhalefet edersem tutuklanırım.
Yanlış mı düşünüyorum?
Bugün birçok gazeteci, akademisyen, siyasetçi ya da sade vatandaş, yargıya başvurduğunda “Acaba tarafsız mı davranır” sorusunu zihninden geçirmeden edemiyor. Bu güven sarsıntısı, yargı reformuyla, göstermelik açıklamalarla ya da vitrin değişiklikleriyle çözülemez.
Mahkeme salonlarından çok televizyon ekranlarında, sosyal medyada, sokakta, pazarda, kahvehanelerde eş dost sohbetlerinde konuşulan bir yargı sistemimiz var artık. Ancak üzülerek belirtmem gerekir ki bu konuşmalar ne bağımsızlığını koruyan yargıçları ne de hukukun üstünlüğünü övüyor.
Kolay gelmedik ve ansızın da gelmedik bu duruma…
Anlatacağım elbette. Ancak bir gazeteci olarak şunu belirtmem gerekiyor: Bazı haberlerde, “Bu haber doğru çıkmasın” diye içten içe arzularız. Elimizde bilgi, belge olmasına rağmen “Bir yanlışlık vardır” diye peşinden koştururuz, sorarız, soruştururuz.
İşte bu haber de öyle bir haber.
Yer: Ankara Adliyesi
Ankara Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Ankara başsavcısının bilgisi ve talimatı doğrultusunda Ankara Savcılığı’nda görevli bir savcının kâtibinin başrolde olduğu “FETÖ borsası” çetesine operasyon yaptı.”
25 yıl önce, 25 yıl sonra… 50 yıl önce, 50 yıl sonra!-Umur Talu (T24)
“Bugün, biraz “şahsi” oynayabilir miyim? Kendi hikâyemin önemli bir parçasına dair. Aslında birlikte yola çıktığım nice “çocuk”un da hikâyesi. En azından yıllarca öyle. Ve hâlâ biraz öyle. Yollar ayrılsa da sonra, kalpler bir şekilde oralarda atmaya devam etmiş. Başka başka birileri olsak bile, “kardeşçesine benzer çocuklar” olarak kalmaya devam etmişiz.
25 yıl
Henüz altı yaşımdayken çıktığımız yolculuk 12 yıl sürmüştü. Sadece sınıflar, dersler değil, yemekhanelerde ve yatakhanelerde, oyunlarda, derken serseriliklerde de paylaşılan 12 yıl.
Altı yaşında bir çocuktum mesela: Babasının ölümünden birkaç ay sonra bir dolu kardeş sahibi olan. Ailelerimizle olduğumuz zamanlardan çok daha fazlasını, çok daha yoğununu, kahkahaları da gözyaşlarını da paramızı da parasızlığımızı da, sırları, umudu, hayalleri, kırgınlıkları, öfkeleri de paylaştık. Ortaköy’ün devasa sobalarının etrafına sıralanan karyolalar ve tahta dolaplardan, Beyoğlu’nun arka sokaklarına kadar.
Tabii ki bir yandan her birimizin kendi kişiliği, bireyselliği, kendi tutkuları, özlemleri, idealleri, acı ve umut adına biriktirdikleri de serpilip büyüyordu. Ancak kim neye inanırsa inansın, sonra kim ne iş yaparsa yapsın, o kocaman ortak yaşam, geride derslerde öğrendiklerimizden çok ayrıntı bırakmasa bile, hafızalarımızda; her koşulda “dayanışma” duygusunu kökleştirmiş vicdanlarımızda.”
Siyasette ahlak olmaz mı?-Yasin Aktay (Yeni Şafak)
“Beşir Atalay’ın tam da yaşadığımız dünyayı daha iyi hale getirmek üzere İslamcı bir temelde siyasal mecrada yol almış bir insan olarak anıları üzerine düşünürken Taha Abdurrahman’ın “Ahlakın Birliği İlkesi ve Siyasetin Ahlakı” isimli konferansının davetiyesi düştü mesaj kutuma.
Prof. Dr. Mehmet görmez Hoca’nın başkanlığını yaptığı İslam Düşünce Enstitüsü geçtiğimiz Temmuz ayında seri konferans ve toplantılarla ağırladığı Fas’lı ünlü İslam düşünürü Taha Abdurrahman’ı bir kez daha ağırlıyor. Üstelik bu sefer Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde ve konu Siyaset ve ahlak ilişkisi.
Aslında Beşir Hoca’nın kitabını basit bir kitap tanıtımının ötesinde tam da İslamcı ve ilkeli siyaset, ahlak ve reel-siyaset boyutuyla üzerinde daha fazla durulması gereken bir metin, bir örnek olarak almanın gereği üzerinde düşünüyordum. Taha Abdurrahman vesilesiyle bu konular üzerinde durmanın bir sakıncası yok.
Aslında Beşir Atalay da Taha Abdurrahman da bu konular üzerinde durmak için sadece birer vesile. Arada bir durup ne yapıyoruz siyasette? Ne için yola koyulduk, nereye vardık ve bundan sonrası ne gibi soruları sormak için, kendimize ayna tutabilmek için birer vesile. Külliye’de daha öncekilerle aynı formatta ama bu kez siyaset ve ahlak üzerine bir Taha Abdurrahman konferansını oldukça kalabalık, ilgili ve çoğu siyasette ahlak veya idealler-ilkeler ve tabii ki İslam meselesini önemseyen insanlarla birlikte izledik.”
Çözüm toplumda neden kabul görüyor?-Ali Bayramoğlu (Karar)
“PANAROMATR’nin Mayıs araştırmasındaki şu rakamlara dün de değindim: “Katılımcıların yüzde 63’ü PKK’ya silah bıraktırma sürecini desteklemekte, sadece yüzde 14”ü olumsuz bulmaktadır.”
Bilançosu denli ağır, acılar, milliyetçi duygular, ve tepkilerle kuşatılmış bir sorunda, toplumun böyle bir noktaya gelmesi hatırı sayılır bir durumdu.
Gelinen noktayı açıklamaya sadece toplumsal yorgunluk unsuru yetmez sanırım.
Toplumların çatışma ilişkin bellekleri kadar çözüme dair bir hafızaları, birikimleri bulunur. Çözümlerin toplumsal meşruiyetinin en önemli kaynaklarından birisi de bu birimler, birikimlerdir.
Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı, yıllarca sıkça kesişen iki ayrı hat üzerinden yürüdü.
1980’li yıllardaki sorunun varlığını inkar ya da hafife alma döneminin ardından 1990’larla birlikte öne çıkan politika, PKK’sız sorun tanımı ve çözüm arayışı oldu. Bu, ilk ana yaklaşımı oluşturdu.
2000’lerde Avrupa Birliği süreciyle kuvvet kazanan bu yaklaşım, temel haklara ve bireysel düzeyde kullanma koşuluyla kültürel haklara ilişkin bir alan genişlemesi, demokratikleşme, bölge koşullarının iyileştirilmesi, siyasi hizmet üzerinden sosyoekonomik entegrasyon arayışı gibi unsurlarla yol aldı. Temelinde demokratik kimi girişimler ve hizmet hamleleri üzerinden PKK’nın sosyolojik tabanının eriyeceği beklentisi yatıyordu. Kürt sorununu ekonomik, toplumsal ve kültürel yönleriyle ele alan bu politikaların ortak özelliği, PKK gibi yapıların varlığı ve Kürt sorunu/çözümüyle ilişkisini ve Kürtlerin temel taleplerinden birisi olan siyasi egemenlik meselesini devre dışı bırakmasıydı.”
Bir eylemdir hapiste evlenmek-L. Doğan Tılıç
“12 Eylül’de Mamak’ta hapis yattığımı söylemekten utandığım zamanlar oldu! Çıktıktan sonraydı. “Ne kadar yattın?” diye soranlar oluyordu, bazen Batılı bir gazeteci arkadaş, bir Batılı diplomat. 3,5-4 yıl diyordum. Yüzlerinde bir hayret ve dehşet ifadesi beliriyor, benim için de ne yalan söyleyeyim, biraz havalı oluyordu.
Aynı soru arkadaşlarımın olduğu ortamlarda gelince iş tersine dönerdi. 8, 10, 12 yıl ve daha uzun yatanlarımız vardı. Onların yanında “3,5 yıl yattım” demeye utanır, mahcubiyetle geçiştirirdim soruyu.
Şimdi, dışarıdaki her demokratın omuzlarındadır o mahcubiyet!
Onurumuz dediğimiz Gezi Direnişi nedeniyle içerideki arkadaşlar; Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden… 3 yılı geçti hapislikleri! Ne yaptılar ki? Güya 12 Eylül gibi bir askeri diktatörlük de yok!
Haydi gel “3,5 yıl yattım” de onların olduğu ortamlarda, mahcubiyet yaşamadan!
Ya Osman Kavala? Müebbetlik, dile kolay! Hapishanecilik raconu koğuşun en kıymetli yerine oturtur onları. 2.769 (iki bin yedi yüz altmış dokuz) gündür içeride. 7,5 yıl yani!
Üstelik Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına rağmen içeride.
Neredeeen nereye?
AİHM, “İşkence ettiniz tazminat ödeyin” dedi diye, 12 Eylül’ün yaptıklarından dolayı bu devlet bana tazminat ödedi. Şimdi, Anayasa Mahkemesi, AİHM kararları beni bağlamaz diyor!
Ya Selahattin Demirtaş? O da AİHM kararlarına karşın 9 yıldır cezaevinde.
Bu insanların yanında kim mahcubiyet hissetmeden ben de hapis yattım diyebilir?”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: