Avrupa’ya jandarmalıkta AKP-CHP rekabeti-Mehmet Ali Güller (Cumhuriyet)
“Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, KKTC seçiminden hemen önce Yunanistan’a ilginç mesajlar verdi. Fidan, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) programına girmek istemesinin Atina tarafından engellendiğini belirterek bu konuda Türkiye’nin 1980’de Yunanistan için gösterdiği olgunluğu Atina’dan beklediklerini açıkladı. Yunanistan 1974’te NATO’nun askeri kanadından çıkmış ve ancak 1980’de Türkiye’nin onayıyla dönebilmişti. Fidan’a göre Atina da SAFE için aynısını yapmalıydı. (AA, 18.10.2025)
Haliyle bu Atina’yla sorun olan konularda bir pazarlık masası kurulması anlamına geliyor. Dolayısıyla Bahçeli’nin KKTC seçim sonucu konusunda gösterdiği endişenin asıl adresi Tufan Erhürman değil, doğrudan Erdoğan hükümetidir.
İktidar bir süredir SAFE programına girmeyi ve Türkiye’nin Avrupa güvenlik mimarisine dahil olmasını savunuyor. Erdoğan bunu “Türkiye’siz Avrupa güvenliği düşünülemez” diyerek formüle etti. Hatta Erdoğan konuyu daha da ileriye taşıyarak “AB’yi kurtarma” misyonu bile açıkladı: “AB’yi ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibara, içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye kurtarabilir” (AA, 24.2.2025).
Bu, pratikte “yerli ve milli” iktidarın, Avrupa’ya jandarma olma dilekçesi anlamına geliyor.
AKP’den önce AB üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne girerek ekonomide taviz veren Ankara, AKP döneminde de AB’ye üye olmadan Avrupa’nın güvenliğinden sorumlu olmaya adaylığını ilan etmiş oldu.
Peki ana muhalefet partisinin bu konudaki tutumu ne?
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Amsterdam’daki Avrupa Sosyalist Partisi toplantısında tutumlarını ilan etti: “Biz Avrupa’nın güvenlik kaygılarını anlıyoruz ve NATO’nun en güçlü ikinci ordusunun bu noktada SAFE programında en önemli katkıları vermesi gerektiğini yürekten savunuyoruz. Nüans şu: Lütfen, Türkiye’nin güçlü ordusunun Avrupa’nın bir parçası olarak da sizinle birlikte olmasını sağlayın. Ama bunu sadece Erdoğan’dan bir al-ver pazarlığıyla, Erdoğan’ın ordusunu alıp Türkiye’deki antidemokratik uygulamaları görmemek, duymamak gibi bir şeyi asla yapmayın. Tek isteğimiz, bütün irademiz bundan ibarettir.” (Cumhuriyet, 18.10.2025)”
O ihaleyi nasıl aldın?-Mehmet Y. Yılmaz (T24)
“Ekrem İmamoğlu’nun, gelecek seçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın rakibi olmaması için adliye eliyle yürütülen operasyonda yeni bir aşamaya geçildi.
İmamoğlu’nun “suç örgütü yöneticisi” olmakla suçlandığı iddianamenin mahkemeye gönderildiği gün bazı iş adamları sabahın bir vaktinde evlerinden polis marifetiyle alınıp, savcının karşısına çıkarıldılar.
Savcının iş adamlarını makamına polis desteğiyle getirmek istemesinin nedeni, tanık olarak sorgulamak isteği.
Gerçekten tuhaf bir durum.
Söz konusu üç iş adamından birisi arkadaşım, diğer ikisini de tanıyorum.
Savcılık kaleminden bir kişi bu iş adamlarına telefon edip, “buyurun gelin, hem ifade verin hem bir çayımızı için” deselerdi, trafikte geç kalmamak için erkenden evlerinden çıkar, yarım saat önce gelirlerdi.
Bu meslekte 50 yılı devirdim, saymadım ama belki 200 kere de savcılıkta ifade verdim.
12 Eylül dönemi dahil, polis beni evimden alıp savcının karşısına çıkarmadı.
Ya eve ya da gazeteye gelen bir polis “şu gün, şu saatte, orada olmamı” istedi ya da bizzat savcının kendisi telefon edip “şu gün gelin, ifade verin” dedi. Ben de gittim.
Bazılarında yurt dışındaydım, savcılar memlekete gelince uğramayı ihmal etmememi rica etmişlerdi.
Şunu iddia ederim ki Türkiye’de böyle bir davete icabet etmeyecek normal bir insan yoktur. Hele de bizim mesleklerde…
Bu nedenle söz konusu iş adamlarını polis marifetiyle savcının karşısına çıkarmanın bir anlamı olmalı.
Ve şunu da söylemeliyim ki bunun anlamını düşünmesi gerekenler biz sıradan vatandaşlar değiliz.
Polisin sabahın köründe suçlu gibi evlerinden toplayıp savcıya götürdüğü kişilere sorulan sorunun “bilmem hangi iş için ruhsat alırken belediye yetkililerine rüşvet verdiniz mi” olduğu anlaşılıyor.
Gerçekten ilginç bir soru.
Savcılık böyle bir soru sorduğuna göre elinde bazı bilgiler olmalı.
O vakit de söz konusu iş adamları tanık değil, şüpheli olarak ifadeye çağrılmış olmalı.
Öyle bir somut bilgi yok da yeni bir “itirafçı dalgası” yaratılmak isteniyorsa, orası başka tabii.
Söz konusu iş adamlarının ikisini Reis yakından tanır.
Mersin Limanı ihalesini, Mandarin işini falan iyi bilir.
Öyle bir gıllıgışlı durum olsaydı, Reis zaten bunları yanına yaklaştırmazdı! Ünlemi istihza amacıyla koymadım, noktalama işaretleriyle başıma iş açmak istemem.”
Yargıyı enfekte eden üç olay-Ahmet Taşgetiren (Karar)
“Gezi olaylarında iktidar cenahında farklılaşan iki yaklaşım vardı. Erdoğan Başbakan’dı ve olayı iktidarı devirmeye yönelik bir eylem olarak değerlendirmiş, ona göre tepki vermişti. Kuzey Afrika gezisindeydi. Diğer yanda Bülent Arınç – Abdullah Gül çizgisi vardı, Arınç Başbakan’a vekalet ediyordu, Gül Cumhurbaşkanı idi, onlar müzakere yoluyla işin çözümlenmesinden yanaydı. 2013 Mayıs – Haziran ayı…
Gezi ağaç sökülmesine ve yerine Topçu Kışlası – AVM yapılmasına tepki ile başladı, sonra başka provokasyonlarla şiddet olayları meydana geldi.
Sonrasında Gezi davaları girdi Türkiye gündemine. Osman Kavala vs. Gezi Yargıda kendine özgü bir çizgi geliştirdi. 2025 yılında bile sinema alanından bir menajer, Gezi ile irtibat – iltisak kurularak Yargı önüne çıkarıldı, tutuklandı.
Acaba Gezi olayında Arınç – Gül bakışı gelişmiş olsaydı, Gezi olayı Yargı’da böyle bir çizgi oluşturur muydu?
Yargıda derin çizgi oluşturan bir başka gelişme 6-7 ekim 2014 ya da Kobani olaylarıdır. Kobani olayına eşlik eden bir cümle, “Seni başkan yaptırmayacağız” cümlesi de, Demirtaş – Yüksekdağ isimlerinde odaklaşan sorunlu bir Yargı çizgisini Türkiye siyasetine sokmuştur.
Bir diğer gelişme, Gülen hareketi ile ilgilidir. Başlangıçta bizzat Erdoğan ifadesiyle İbadet – Ticaret – İhanet katmanları diye bakılan ve “İhanet”in dışındakilere nispeten müsamaha gösterileceği sanılan -çünkü o hareketle iktidarın birçok operasyonda derin iltisakı söz konusu idi- 15 Temmuz’la birlikte (2016) adeta “kök kazıma” niteliğine bürünen, “at izinin it izine karışması ya da kurunun yanında yaşın yanması” gibi bir yargı damarı oluşmuştur.
2013… 2014…. 2016… Türkiye, 2025’te bile Yargıda bu süreçleri toparlayabilmiş değil.
Gezi gölgesi sürüyor, Kobani gölgesi sürüyor ve 15 Temmuz gölgesi sürüyor… Yargı alanında…
Bunların travmatik olaylar olduğu doğru. Gerçekten kabul edilmesi mümkün olmayan sonuçlar da ortaya çıktı.
Ama bu olayların Yargıya yansıyan boyutu böyle mi olmalıydı, sorusu halen de Türkiye için hayati sorulardandır.”
Tunç Soyer ve Murat Çalık-Fikri Sağlar (BirGün)
“Salı günü İzmir/Buca’daydım.
Buca Ceza İnfaz Kurumları Kampüsünde bulunan önceki İzmir BB Başkanı Tunç Soyer, İstanbul/ Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık ve İZBETON Genel Müdürü Heval Kaya ile görüştüm… Cezaevi çıkışı ev hapsi verilen önceki CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu’nu evinde ziyaret ettim…
Yazının sonunda yazacağımı baştan söyleyelim.
Üçünün de moralleri yerinde, sağlıkları iyi, suçları olmadan, hiçbir kanıt gösterilmeden açılan dosyaları gördükçe, evrensel hukuk kurallarına aykırı bir şekilde, haksızca zindanda tutulduklarının “nedenini” çok iyi anlıyorlar, direniyorlar ve Türkiye üzerindeki karanlık ve şer bulutların dağılmasını sabırla bekliyorlar…
Ödedikleri bedelin Türkiye’nin aydınlık geleceğinin umudu olduğuna inançları tam!
Ülkemizin hak etmediği bir görüntünün içinde olması onları, bir yandan öfkelendiriyor ama diğer yandan demokrasi ve hukuk dışı davrananların, halkımız ve dünya insanlığının tarafından infialle karşılandığına da seviniyorlar… “Evet bedel ödüyoruz ama siyasal İslamcıların gerçek yüzlerinin deşifre edilmesine de vesile oluyoruz…” diyorlar!
ki dönem Seferihisar Belediye Başkanlığı yapan, “Ata tohumundan başlayıp yereli kalkındıran ve çağın gerektirdiği hizmetleri gerçekleştirerek, imrenilerek bir şehir yaratan Tunç Soyer, Seferihisar’ı dünya “Sakin şehirler” listesine sokarak da uluslararası haklı bir ün kazanmıştı…
2019 yılında “Aşkla İzmir” sloganıyla yola çıkan Başkan Tunç Soyer, İzmir Büyükşehir Başkanlığını sırasında “yaşanan pandemi, deprem, tsunami, sel, yangın gibi doğal afetler, artan döviz kuru, ekonomik kriz ortamına rağmen, söz verdiği yüzlerce projeyi tamamlayarak halkın gönlünü kazandı.”
Ekonomik büyümeyi doğru hesaplayabiliyor muyuz?-Öner Günçavdı (Dünya)
“Son zamanlarda ekonomi yönetimi ve bazı siyasetçiler, Türkiye ekonomisinde son yıllarda yaşanan düşük ama pozitif büyüme rakamlarına rağmen sadece kişi başı gelirdeki artışları referans alarak iktidarın ekonomi yönetimindeki “başarılara” dikkati çekmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye çok uzun zamandır %3-4 arasındaki düşük büyüme oranlarına hapsolmuş durumdadır. 2000’li yılların başındaki %7 oranlarına varan, zaman zaman da aşan, büyüme oranlarına ulaşmak Türkiye ekonomisi için çok zor artık. Hatta daha bundan 3-5 yıl önce orta vadeli programlarda yer alan %5’lik potansiyel büyüme oranı bile çok zor telaffuz edilir oldu.
Gerçi biz iktisatçılar açısından büyüme oranlarının ve kişi başı gelirin ulaştığı seviyelerinin tek başına bir önemi yoktur. Zira gelir dağılımının son derecede bozuk olduğu bir ülkede, kişi başı gelir artışı sadece belli bir azınlığın zenginliklerine daha da zenginlik katması anlamına gelir. Bu tarz ekonomilerde önemli olan mevcut gelirin seviyesindeki artıştan ziyade, o gelirin “adil” dağıtımıdır. Bu konuya önceki yazılarımda sıkça değinmiştim. Burada tekrar aynı konuyu açmak istemiyorum.
Ancak bu yazıda büyüme ile ilgili en az bunlar kadar önemli bir başka hususa dikkat çekmek isterim. Bu da konu edilen büyüme oranlarına hangi iktisadi faaliyetlerden kaynaklandığıdır.
Bazıları konu ekonomik büyüme olunca ve mevcut ekonomi yönetimleri pozitif büyüme oranları elde edince bu büyümenin kaynağına yeterince önem vermeyebilir.
Malum “üzümünü ye bağını sorma” durumu.
Ama bir iktisatçı açısından, büyümenin nasıl sağlandığının da, elde edilen büyümenin sürdürülebilirliği bakımından büyük önemi vardır.
Sanırım 2013 yılında yapılan Uludağ Ekonomi Zirvesiydi. Dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Ali Babacan’ın açılışta yaptığı konuşmada, ilk kez resmi bir ağızdan “büyümenin kalitesi” meselesini kamuoyu gündemine getirilmişti.
Ali Babacan’ın büyümenin kalitesi ile kastettiği, o güne kadar elde edilen büyümeyenin kaynağını inşaat ve diğer hizmet sektörlerin oluşturmasıydı. Sayın bakan bu tip bir büyüme modelinin sürdürülebilirliğinin olmadığına dikkat çekmeye çalışıyordu.
O günlerde dünya mali piyasalarındaki koşullar değişmeye başlamış, böyle bir büyüme için gerekli dış kaynakların elde edilebilirliği güçleşmeye başlamıştır. Bu yeni koşullarda büyümenin sürdürülebilirliği, ekonominin kendi mali kaynaklarını kendisinin temin edeceği sanayiye yönelmekle mümkün olabilirdi.”
Not: Başlıklara tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: