Kıbrıs seçimleri üzerinden tehdit mi?-Emre Kongar (Cumhuriyet)
“Türkiye’de de Kıbrıs’ta da seçmenin bu İktidardan bıktığı anlaşılıyor.
İktidar, Kıbrıs seçimlerine, aynen son İstanbul seçimlerine asıldığı kadar, bütün gücüyle müdahale etti…
Ama halkın bıkkınlığı Türkiye’de olduğu gibi, Kıbrıs’ta da o dereceye ulaşmış ki bu da bir sonuç vermedi…
Hatta ters tepti!
Kıbrıs seçim sonuçları için bence en doğru çözümlemeyi Mehmet Ali Güller dün X iletisinde yaptı:
“KKTC SEÇİMİNE DAİR ‘HAM’ ANALİZİM:
– Kıbrıs Türk’ü, Ersin Tatar’dan çok AKP-MHP koalisyonuna tepki gösterdi.
– Cevdet Yılmaz’dan Süleyman Soylu’ya birçok AKP’linin adaya seçim turu düzenlemesi tepki gördü.
– Cübbeli Ahmet gibi isimlerin seçimde Ersin Tatar’a “dini” destek vermesi tepki gördü.
– KKTC’nin bahis, çete ve uyuşturucu merkezine dönüşmesine, Kıbrıs Türk’ü tepki gösterdi.
– KKTC’ye siyasal İslamcılık/ dincilik enjekte edilmesine, liselerde türban tartışması başlatılmasına Kıbrıs Türk’ü tepki gösterdi.
– Ersin Tatar’ın seçimi Türkiye’deki gibi “ya şu ya bu seçimi” üzerine oturtarak “iki devletli çözüm ile federasyon seçimi” çizgisi izlemesi tepki gördü. (Erhürman’ın federasyoncu olduğu doğru değil)
SONUÇ: Ersin Tatar’ın “KKTC’nin bağımsızlığı” politikası (bence) daha doğru bir hat üzerine oturmuş olmasına rağmen, Tatar yukarıda saydığım nedenlerle kaybetti ve Tufan Erhürman yüzde 62 gibi yüksek bir oranla kazandı.
Ancak Erhürman da seçimde iddia edildiğinin aksine Türkiye’yle yakın işbirliği yapacak, KKTC’nin bağımsızlığını savunacak…”
Özgür Özel’in Manisa şifresi-Aytunç Erkin (Nefes)
“İzmir’de konuşmuştu Kemal Kılıçdaroğlu.
Tarih: 23 Eylül 2022
“Şunu da artık bilmek zorundayım. Siz gerçekten benimle misiniz? Bazılarınızın sesi çıkmıyor, bazılarınızın da isteyerek veya istemeyerek zarar verdiğini de görüyorum. Ama artık karar verin. Benimleyseniz artık benimle olduğunuzu hissetmek istiyorum. Sırtımı size yaslayacağımı bilmek istiyorum. Ben sürekli yürümeye ve ilerlemeye kararlıyım.”
15 gün sonra…
Tarih: 4 Ekim 2022
Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısında kendisini dinleyen CHP’lilere “Benimle beraber olamaya hazır mısınız?” diye sordu. Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısı sonrası ise grup toplantısında “Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu” sloganları atıldı.
Neden Kılıçdaroğlu’yla başladım? Çünkü CHP lideri Özgür Özel önceki gün CHP Manisa İl Kongresi’nde şu cümleleri kurdu:
“Şimdi ben buradan; Fatih Sultan Mehmet’in altına binip, ‘Beni seven arkamdan gelsin’ deyip İstanbul’u fethetmeye doğru yola çıkıyorum. Beni seven arkamdan gelsin. İktidara yürümeye, bir devri kapatıp bir devri açmaya hazır mıyız? Bir devir kapanacak, yeni bir devir açılacak. Beni seven arkamdan gelsin, ülkesini seven arkamdan gelsin.”
Bu noktada Özgür Özel’in de Kemal Kılıçdaroğlu gibi “Arkamdan gelin” mesajı verdiği, bu mesajın önce kasım ayında yapılacak kurultay sonrasında da cumhurbaşkanlığı adaylığı için olduğunu düşünenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunun altı çiziliyor. Ki Manisa’daki kongrede Özel “adaylıkla” ilgili de şu cümleleri kurdu:
“Gün gelip özgür kalıp ya da adaylığı önünde bir engel olmayıp aday gösterdiğimizde Ekrem İmamoğlu, cumhurbaşkanı adayı olacak, cumhurbaşkanı olacak. Tut ki aday yapamadık, partiden bir nefer adaylaşacak. Ama mücadelede en ufak bir eksilme olmayacak. Ve hep beraber bu süreci birlikte götüreceğiz. Şimdi Ekrem Başkan’ın yerine bize cumhurbaşkanı adayı soruyorlar. Ben geçmişte de bunu hep öyle düşündüm, hep öyle söyledim. ‘Ekrem Başkan’ın yerine Cumhurbaşkanı adayınız var mı?’ Diyorum ki ‘Var.’ ‘Kim?’ Vallahi ben değilim. Sensin, bu salonda oturan herkes benim cumhurbaşkanı adayım. Benim cumhurbaşkanı adaylarım sizsiniz. Sizin kadar da benim.”
Manisa konuşmasının şifresi de şu cümlede gizli değerlendirmeleri yapılıyor: “Benim cumhurbaşkanı adaylarım sizsiniz. Sizin kadar da benim.” CHP liderinin adaylık konusunda ilk defa “Sizin kadar da benim” ifadesini kullandığının altı çiziliyor.”
Yaşasın itirazların kardeşliği!-Umur Talu (T24)
“Ben mağdurum, mağdur. Benim hakkımı alana barikat kurun. Tazminatımı gasp edene barikat kurun.”
Genç bir kadın işçi Tokat’ta böyle sesleniyordu. Kime? Maaşlarını alamayan, sarı sendikadan bıkıp yeniden örgütlenen, tazminatsız işten atılan, Kod22 denen işçi sınıfı düşmanı patron silahıyla yüzlercesi Tokat’ta, Çorlu’da, Bağcılar’da ünlü markalar için üretim yapan fabrikalarda kapı önüne konan işçilerin yürüyüşüne engel olan polis barikatına… Devlete yani!
En basit haliyle “sınıf mücadelesi”nin ne olduğunun bir tanımı budur. En basit haliyle, bazı yasal düzenlemeler dışında, devletin bu mücadelede kimden yana olup kimi koruduğunun tanımı budur. En basit haliyle, “kendi içinde sınıf”ın “kendisi için sınıf”a dönüşme çabasının resmi de, filmi de budur.
Bu nereye varır, nerelere yayılır, kimi nasıl etkiler, tabii ki her zaman yine de muammadır ama “işçi sınıfı” budur; çünkü o yürüyüş ve seslenişin videolarını izleyebilirseniz, göreceksiniz ki, iktidarlar marifetiyle keskinleştirilmek istenmiş “başörtü meselesi” de, hatta cinsiyet farkı meselesi orada hiç olmazsa o anda, o mücadelede sınıfsal biçimde çözülmüştür.
Başörtülü kadın işçiler ile başı açık kadın işçilerin yan yana, omuz omuza durmasıdır fotoğraf. Erkek işçilerle de, hep birlikte. Çünkü “sınıf” budur. “Sınıf”ekmeğinde, emeğinde, onun sömürüsünde, güçlülerin sana karşı oluşunda nesnelleşir; aklında, kalbinde, mücadelende, dayanışmanda, dönüşmende “değiştirme” azminde “nesneleşmek”ten de çıkar, senin bilincin olur.
Yıllar önceden itibaren ve yıllarca yazdığım bir “yangın”da, “kaytarmasınlar” diye patronun atölyeye kilitlediği beş kadın işçinin kül ve duman olmasında, ne yangın ayırır başörtülü mü, başörtüsüz mü, ona mı oy verdi buna mı diye; ne de şu “onlara barikat kurun” haykırışındaki gibi, patron!
İşçi, ister mavi yakalı olsun, ister beyaz yakalı bir “plaza kölesi”, işte nihayetinde işçidir; bu sınıfın nesnel bir parçasıdır. İster bunu böyle bilsin, ister bir ötekini kendinden bilmesin! İster sınıfını bilsin, ister kendini bilmesin!
Onların çocuklarına mirası genellikle o gün götürüp götüremediği ekmek, yolunu döşeyip döşeyemediği bir gelecek olur. Ancak “sınıf mirası” başka bir şeydir: Yüzyıllarca süren, dünyanın her yerinde bazen ileri, sıkça geri gidebilen; “haklar ve özgürlükler” adına bu dünyaya kazanımlar da yenilgiler de bırakan bir dayanışma ve örgütlenme; hem de “enternasyonal” bir mücadeledir.
O yüzden, hemen aynı günde, Tokat’ta omuz omuza polis barikatı karşısında duran işçilerle, haykıran genç kadın işçiyle aynı zamanda, “gelişmiş” denen bir ülkede, Belçika’da da işçiler genel greve gitmiş, polis şiddetine maruz kalmıştır.”
Türkiye’de konut fazlalığı var-İbrahim Kahveci (Karar)
“Başlığa peşinen bir ekleme yapayım: Ülkemizin konut üretim sorunu yoktur; lakin göçmen sorunu veya açgözlülük sorunu vardır.
Gelin birlikte bakalım.
2012 sonunda nüfusumuz 75 milyon 627 bindir. Ortalama hane sayısına (3,69) göre ülkemizde 20 milyon 481 bin hane-aile vardır.
2024 sonunda nüfusumuz 85 milyon 665 bine yükseliyor. Bir hanede artık 3,11 kişi yaşıyor; yani haneler küçüldü. Bu nedenle hane sayısı daha hızlı arttı ve 27 milyon 516 bine yükseldi. 10 milyon 038 bin nüfus artışına karşılık 7 milyon 035 bin yeni hane kuruldu.
Bir hanede eskisi gibi 4 kişi olsa sadece 2,5 milyon yeni hane kurulmuş olacaktı. Hane sayısındaki anormal artış tek kişilik hanelerin artmasından kaynaklanıyor. Yani 1+1 evler bu nedenle oluştu diyebiliriz.
Peki, bu kadar anormal hane sayısı artışına karşılık konut üretimi nasıl cevap vermiş?
2013-2024 yılları içerisinde 10 milyon 039 bin yapı ruhsatı alınmış. Yani konut inşaatına başlanmış. Buna karşılık 8 milyon 582 bin konut (daire) bitirilmiş ve oturma izni verilmiş.
7 milyon yeni ihtiyaca karşılık 8,5 milyon daire yapımı bitmiş. Halen 1,5 milyon dairenin de yapımı devam ediyor.
Tekrar edelim: 2012 sonrasında
-7 milyon 035 bin yeni hane kurulmuş
-10 milyon 039 bin daire yapımına başlanmış
-8 milyon 582 bin daire bitirilip oturma izni verilmiştir.
-Hatta ekleme yapalım; bitirilen 8 milyon 582 bin yeni dairenin de 6 milyon 379 bini satılmıştır.
Yabancılara satılan 405 bin daire düşüldüğünde bile en azından 5 milyon 974 bin daire yerlilere satılmış oldu. Bu da yeni kurulan hanelerin (7.035 bin) yüzde 85’inin satış yolu ile el değiştirdiğini, kalan 2 milyon 203 bin dairenin ya kiraya verildiğini ya da boş tutulduğunu göstermektedir.”
Seçim sonucu, referandum sonucu?-L. Doğan Tılıç (BirGün)
“İktidar medyasının “tarihi” ilan edip, aslında “referandum” olduğunu ileri sürdüğü; “KKTC’de yarın sandık başı: Referandum gibi seçim… 2 ayrı devlet mi Rumlarla federasyon mu?” diye başlık attığı ve sağın iki devletli çözüm isteyen Tatar’ı, solun da Rumlarla federasyonu savunan Erhürman’ı desteklediğini yazdığı seçim sonuçlandı.
Katılımın yüzde 64,87 olduğu seçimi, oyların yüzde 35,81’ini alan Tatar’a karşı yüzde 62,76 ile Erhürman aldı. KKTC tarihinin ilk turda seçilen dördüncü ve Denktaş’tan sonra da en çok oyu alan ikinci cumhurbaşkanı oldu. Denktaş 1985 ve 1990’da yüzde 70,22 ve yüzde 66,65’le, 2005’te M. A. Talat yüzde 55,59’la, 2010’da da D. Eroğlu yüzde 50,35’le seçilmişti.
Sonucu epeyce suskun karşıladılar ama bizim iktidar medyasının “referandum” penceresinden bakarsak; Binali Yıldırım, C. Yılmaz, M. Özil, S. Soylu ve diğerlerinin sahaya sürüldüğü seçimde kaybedenin iki devletli çözüm olduğu söylenmeli!
Kıbrıs’ta buna tümüyle katılmayan ve yüzeysel bir değerlendirme sayan muhalifler var.
Ancak, önce şu: Bize benzetmek için yapmadığımızı bırakmasak da, Kıbrıs’ın özgünlüğü ve bizden epey ileri bir demokrasisi var.
Bu saptamayı destekleyecek iki örnekle yetineceğim. Bir; KKTC’nin Yüksek Seçim Kurulu, propaganda süresi sona erdikten sonra CNNTürk’te açıklamalarda bulundu diye, seçim yasağını ihlal ettiği için Cumhurbaşkanı (ve adayı) Tatar aleyhine soruşturma başlattı! Hadi bunu Türkiye’de düşünün!
İki; seçim sonuçları belli olunca, kaybeden Tatar kazanan adayı kutladı, partisi UBP’nin genel başkanı ve başbakan Ü. Üstel de “Kıbrıs Türk halkı bugün sandığa giderek iradesini ortaya koymuştur… Bugün de demokratik olgunluğunu göstermiştir. Bu seçim süreci, demokratik değerlerimize olan inancın bir göstergesidir” dedi ve “Sandıktan çıkaracağımız dersler vardır” diye ekledi.”
Altın fiyatları neden yükseliyor?-Ömer Gencal (Dünya)
“Altın paradır; diğer her şey kredidir.
– J.P. Morgan
Küresel ekonominin son beş yılı, devletlerin borçla büyüdüğü, merkez bankalarının enflasyonu bastırmak için faizleri yükselttiği ve yatırımcı güveninin sürekli test edildiği bir dönem olarak tarihe geçiyor. Artık borç, yalnızca kriz anlarında değil, sistemin doğal bir parçası.
The Economist’in son özel raporunda belirtildiği gibi, “devlet borcu artık bir yaşam biçimi.” Ancak bu yaşam biçimi, güvenin temelini zedeliyor. Çünkü devletler, geçmişte borçlarını üretken büyümeyle değil, enflasyon ve düşük reel faizlerle erittiler. Bugün de benzer bir döngü yeniden oluşuyor. Tek farkı daha kırılgan bir dünyada oluşumuz.
Pandemi, savaşlar ve demografik dönüşüm gibi kalıcı şoklar, kamu maliyesini zorlarken; yüksek faiz ortamı, borcun çevrim maliyetini artırıyor. Gelişmiş ekonomilerde kamu borcunun GSYH’ye oranı ortalama %110 seviyesinde. Bu, tarihsel olarak yalnızca savaş dönemlerinde görülmüş bir oran. Artan faizler, bütçe açıklarını derinleştiriyor; hükümetler de borç-faiz-enflasyon sarmalında sıkışıyor. The Economist yazarı Henry Curr’un ifadesiyle, “Devlet borcu özgürlüğün bedeli değil, geleceğin ipoteğidir.” Bu ipotek, yatırımcıların zihinlerinde derin bir belirsizlik yaratıyor — ve tam da bu nedenle sermaye, yeniden “güvenli liman” arayışına yöneliyor.
Bir zamanlar devlet tahvilleri, “risksiz getiri”nin simgesiydi. Ancak günümüzde tablo tersine döndü. Kamu borcunun büyüklüğü ve siyasi popülizmin mali disiplini aşındırması, tahvilleri sistematik riskin parçası haline getirdi. BlackRock, Fidelity ve M&G gibi büyük yatırımcıların son haftalarda yüksek getirili tahvil pozisyonlarını azaltmaları tesadüf değil. Çünkü risk/getiri dengesi bozuldu; kredi spread’leri tarihi dip seviyelerinde. Artık tahvil tutmak, güvenli bir liman değil, enflasyonun gizli vergisine maruz kalmak anlamına geliyor.
Bu noktada altın devreye giriyor. Enflasyon beklentilerindeki yükselme ve kamu borcunun ürküten büyüklüğü ile birlikte bütçe açıkları konusunda önlem almaktan uzak siyasi yapı, altını bir “karşı varlık” haline getiriyor. 2025 yılında altının dolar bazında %60’a yakın değer kazanması, yalnızca jeopolitik korkuların değil, finansal yapısal kaygıların da göstergesi. Yatırımcılar artık merkez bankalarının da paylaştığı bir refleksi benimsiyor: Altın, sistemsel güvenin alternatifi haline geldi.”
Not: Başlıklara tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: