‘’Ukrayna ordusu için savaşan Trabzonlu: Ayda 4 bin 800 dolar veriyorlar
1 yıldır Ukrayna ordusunda Rusya’ya karşı savaşan 20 yaşındaki Eyüp Görkem Yılmaz hikayesini anlattı: Bir ay cephede kalan 4 bin 800 dolar alıyor. Eğlenmek için Nazi ve ÖSO sembolleri kullanıyorum.’’
İnsan kendini arar hep. Kendine bakar. Kendine kızar. Kendine küser. Kendini ezer, döver, aşağılar. Gene insan tekil olamaz hiç. Hep yanında, yöresinde birilerini arar. Güveneceği, sırtını dayayacağı, yardımlaşacağı, kahrını çekecek, onu iyi hissettirecek birini. İnsan kalabalığa mahkumdur ama bilmez. Bu mahkumiyet varoluşsal bir meseledir. Ondan kaçamaz. İnsan tekil olamaz, tek olamaz. Olursa insan olmaz. O yüzdendir aile. Kabile, klan o yüzden meydana gelmiştir. Toplum o yüzden. Millet, ulus, halk o yüzden. Ama kalabalıklaştıkça yalnızlaşır insan. Kalabalıklarda bireylerden bir birey olur ki kimse farkında değildir. O da kimsenin farkında değildir. Yığınlar bir birine değmeden geçip giderler yollarına. Caddeler, bulvarlar binlerce insanın ayak iziyle tepeden tırnağa dövülür günler ve geceler boyu. Ama kimse kimseye merhaba demez. En çok yan yana olan birkaç kişi farkındadır birbirinin.
Modern yalnızlıktır şehirlinin yalnızlığı. Aslında yabancılıktır. Şehir birbirine yabancı insanların bir aradalığıdır biraz da. Bu bir aradalık yanıltmasın sizi. Görünüş öyledir. Apartmanlarda otururlar insanlar, mesela yani, bir çatının altındadırlar sözde. Kimse kimseyi tanımaz. Kimse kimseyi saymaz. Kimse kimseyi arayıp sormaz. Kimse kimseye ‘’sıcak vermez’’.
Sitelerde oturur şehirli. Yanyana evler, her on onbeş eve bir havuz mesela. Ortak alan vs. Ama ortak bir yaşantıdan söz edemeyiz gene de. Bu evlerde oturanlar birbirlerine yabancıdır. Kimse komşusunu bilmez, tanımaz. Bilmek de istemez zaten. Komşuluk yüktür artık. Ayrıca kim bilim kimin nesidir, necidir? Neycidir? Hırlı mıdır hırsız mıdır? Laik midir seküler midir, dinci midir, cinci midir? Arada böyle deriiin mesafeler vardır. Şehirli insanın mesafeleri yatay değil dikeydir daha çok.
İnsan başkasına, ötekine, kalabalığa muhtaçtır. İnsan insana muhtaçtır. Zira insan kendini yalnız ve ancak bir başka insanda tanır. O yüzden kendini ararken hep başkalarını bulur. Aradığının kendi olduğunun bir farkına varsa… Bir uyansa kavga etmekten, hiddetlenmekten, kırıp dökmekten, yitip gitmekten kurtulacak. Aradığının aslında ‘’insan’’ olduğunu bir anlasa o zaman kendini aramaya o zaman kendinde bulamadığı ne varsa onların başkalarında da olmadığını anlayacak. İnsan zira insanlık idealinde saklıdır. Ve insan insanlık idealine sahip olandır. İnsanlığın ilk adımıdır bu. İnsanlık ideali nedir? İnsanın insanı insan olmaklığından sevmesi, insanın insana muhtaç olduğunun bilinmesi, insanın insanla dayanışması, insanın mecbur kalmadıkça öldürmemesi (ne başka insanları ne de başka canlıları), insanın alınıp satılmaması, sevgi ve merhametin en yüce değerler olması. Barış içinde yaşama arzusunun güçlü ve yolda yürümek için yeterince azimli olunması. Utanma ve başkalarına karşı sorumluluk duyulabilmesi. Yani insan olmanın asgari standartlarından söz ediyoruz. Hepsi bu. İnsanlık ülküsü dediğim şey bu benim.
Bunları tamamen yitirdik mi? Soruya ben başka türlü sorayım da siz cevap verin. Bugün ne tartışıyoruz? En çok neyi konuşuyoruz? En çok neyin yokluğundan şikayet ediyoruz? En çok neye itiraz ediyoruz? Cevap açıktır. Apaçık.
İnsanlık ülküsünün diri olduğu toplumlarda umut da diri olur. İnsanlık ülküsünün diri olduğu toplumlar da neşe olur, gönenç olur, bereket olur, saygı sevgi olur, iş bilenin olur, hak yerini bulur. Ağır taşı el de alamaz sel de alamaz. Ağır taşlar, dolu başlar temel olur. Bir toplumun insanlık seviyesini anlamak için sokaklarına, ovalarına, yollarına, trafiğine, kurumlarına bakacaksınız. Bakıyoruz her gün. Ne görüyorsunuz? Siz söyleyin. Arabada giderken, yolda yürürken, ovalarda dolaşırken ne görüyorsunuz?
Şimdi dönelim baştaki çocuğa. Hani savaşçılık oynuyor. Hani adam öldürerek eğleniyor. Dünyayı kana bulamış, insanları gaz odalarında yığınlar halinde katletmiş, yaşlı, hasta, çocuk, kadın demeden ölünceye kadar çalıştırıp, sonra da fırınlarda yakmış bir ideolojinin, Nazizm’in, faşizmin sembollerini takıyormuş. Ama ben Nazi değilim diyor, sadece eğleniyorum diyor. Vah ki vah. Binlerce, milyonlarca yitik gençten biri. Kendini arama yolculuğu neredeyse hiç başlamamış. Oradan sağ çıkarsa ve kendini arayacak idrak kapasitesine ulaşırsa ve yola çıkarsa bakalım menzili ne olur. Dediğim gibi eğer ukrayna’dan sağ çıkarsa.
Ben milliyetçiyim diyor, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur diyor. Kulağına bir şeyler çalınmış da ne olduğu hakkında zerrece fikri yok. Sadece ve tamamen bilinçsizce kendini içine soktuğu akıl almaz durumu rasyonalize etmeye çalışıyor. Aklileştirmeye çalışıyor. Hem savaşıyor hem de savaş oyunu oynuyor. Kazandığım para oyun bilgisayarımın gereçlerine gidiyor diyor. Ukraynalıların bile yabancılaştığı bir savaşın içinde, ateş içinden geri kalan zamanlarında bilgisayarda savaş oyunu oynayan bir zavallı çocuk. Ölünceye kadar oynayacak. Elindeki silahlarla, Nazi sembolleriyle, sözde ukrayna için ama korelilerle birlikte kan dökecek, kanı dökülecek. Peki hiç sordu mu, hiç soracak hali oldu mu, hic olacak mı Ben kimim diye. Ben bu dünyada ne için varım diye?
‘’Ben kimim sorusunu insanlar genellikle ilk kez 15-18 yaşları arasında sorarlar. Birey her anlamda hızlı bir gelişim sürecindedir. Soyut zekası oluşmuş, ergenliğin ilk dönem karmaşası atlatılmış ve kendi ile karşılaşmaşmıştır. Ortada bir ‘’kendim’’, ‘’ben’’ vardır artık.
İşte bu ‘’ben’’, ‘’kendi’’ne sorar: Ben kimim?
Yunus’un deyişiyle birey için “bir ben vardır bende benden içeru” durumu söz konusudur artık. Yani bu genç insan yaşadığı değişim ve gelişimlerle en çok kendisine, çocuk haline yabancılaşmış ve kendi içinde (sanki) kendisinden farklı bir ben taşır hale gelmiştir. Bu nedenle de bir an önce o içindeki beni tanımak, bilmek, onunla tanışmak ve kaynaşmak zorundadır. İşte bireyi “ben kimim” diye sormaya iten tam da budur. Hiç şüphesiz kolay ve tek cevabı olan bir soru değildir ben kimim sorusu. Bu yüzden de doğru olan ısrarla cevabın peşine düşmek iken insanların çoğunluğu kolayı zora tercih eder ve kendilerini bilmek, kendilerini keşfetmek veya en doğru ifadesiyle kendi kimliklerini oluşturmak yerine başka grup ve kişiler üzerinden kimlikler inşa ederler kendileri için.
Böyle olunca da taklitle başlayıp özdeşleşme ile sona eren kısacık, hazin, değersiz bir serüvene dönüşüverir kendilik yolculuğu. Kişi ‘’oldum’’ der. Bilmez ki buradaki oldum öldüm demektir. Zira ne yürünecek yol, ne varılacak menzil, ne aşılacak engel, ne aranacak sevgili, ne edinilecek bir ülkü vardır artık. Yaşamak her canlının farkında bile olmadan yaptığı yeme-içme-çiftleşme-uyuma döngüsüne indirgenir. Tıpkı romandaki gibi… Kafka’nın romanı şöyle başlar: Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini böceğe dönüşmüş olarak bulur.
‘’Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığı zaman, kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu kendini. Bir zırh gibi şertleşen sırtı üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca, yay biçiminde katı bölmelere aynlıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu.’’
Aynı bizim Trabzonlu çocuk. Yüz binlerce başka yitik çocuktan biri. Böceğe dönüşüyorlar. Çünkü insanlık ülküsü ancak köyde yeşerir. Ahlak, dürüstlük ancak küçük ölçekli toplumlarda yeşerir. Nüfus yoğunluğu arttıkça ahlak azalır.
Mafya şehirde türer. Köyde mafya türemez.