15.7 C
İstanbul
20 Mayıs 24, Pazartesi
spot_img

Bir zamanlar cemaatlere giden dindar biriydi ama…

v

Metin Gülbay

Onunla tanıştığımda sıcakkanlılığı, sevecenliği ve yumuşak başlılığına bayılmıştım. Yardımseverlik sanki kanında vardı, herkesin her işine koşuyor, bundan zevk alıyordu. Hep güler yüzlü ve hoş sohbetti, yani çıtır çıtır yiyesi geliyor insanın derler ya, işte onlardan.

Sohbetlerimiz sırasında onun bir başka yönünü öğrendim. Tarikat ehli bir ailenin çocuğuydu. İyi bir Müslüman olarak yetiştirilmişti. Ancak sonra birden bir şeyler olmuş ve onun için her şey tepe taklak olmuştu. Hiç olmaz diye düşündüğü olayların gerçekleştiğini görünce bunalıma girmiş ve ailesiyle fikren çatışmaya başlamıştı. Biraz sonra okuyacağınız söyleşide göreceksiniz sonra neler olduğunu.

Benim en çok ilgimi çeken şey onun bu serüvenini bir mantık silsilesine oturtabilmesiydi. Reddettiği şeyin ne olduğunu çok iyi ortaya koyuyordu, kendine göre mantıklı bir biçimde dile getiriyordu reddiyesini. Kendimden epey bir şey buldum ben onu dinlerken, okuyun bakalım siz de kendinize yakın gelecek bir şeyler bulabilecek misiniz? Bu arada bir şeyi açıklamama izin verin. Gencin adını doğal olarak saklı tuttum, onu korumak için ve bunu kendisine de söyledim, söyleşi anonim olacak diye.

– Nerede doğdun? 

– Mardin’de doğdum. Beş yaşında yani 1993’te Mardin’de terör iyice almış başını gitmiş. Bebek kaçırmalar, köy basmalar oluyormuş, bizimkiler daha çok devlete yakınlar. Bizde de var mesela halamlardan, HDP’ye mi diyeyim, PKK sempatizanı mı diyeyim, bunlar da var bizim sülalede.

– Ama siz Kürt değilsiniz? 

– Yok biz Kürt değiliz ama babam ailece Kürtlerin arasında yetişmiş ama aslen babam da Arap. Anne tarafım da Arap. Buna rağmen bizim sülalede HDP’yi seven, PKK sempatizanı olan insanlar da var. Tam tersine devleti sevenler de var. Bizimkiler devleti sevenlerden. Mesela anlatırlar, halamın küçükken çocuğunu kaçırmış PKK’lılar, dağa götürmüş. Halam ne zaman televizyonda asker görse başlarmış bedduaya, askerlere beddua edermiş. Halbuki mantıken tam tersini yapması lazım değil mi? Sever yani onları niyeyse.

– Çocuk dönmüş mü geri? 

– Yok dönmemiş. Bir haber yok.

– Çocuk derken 15-16 yaşında mı yani? 

– Tam yaşını bilmiyorum. Belki on, belki on beş, bilmiyorum kaç yaşında götürüldüğünü.

– Sonra ne yapmış sizinkiler? 

– Batıya göçmüşler, baba tarafıyla pek ilgim yok benim. Abimler devam ettiriyor ilişkilerini ama benim ilişkim yok. Bir de ben küçükken batıya göçtüğümüz için çok bir bağım kalmadı benim.

– Nasıl bir hayat sürdün? İlkokul, ortaokul, lise… 

– Ben ailenin üniversite okuyan tek çocuğuyum. Abilerim en fazla liseye kadar, ablamlar sadece ilkokul okudu. Ablamları günah diye ilkokuldan sonra okutmadılar. Ergenlik çağına girecek ya, ergenlik çağına girdiğinde başörtüsü falan takmalı, erkeklerle aynı sınıfa gitmemeli düşüncesi var onlarda, haram yani, kızları okutmak haram.

– Kız okullarına da mı göndermediler? 

– Mardin’de karma eğitim vardı, kız erkek bir arada.

– Senden epey büyükler o zaman? 

– Yok yok, en küçük ablamla beş, büyüğüyle de altı yaş fark var aramızda.

– Sen nasıl üniversite bitirebildin peki? 

– Ben ailenin en küçük çocuğuyum, annem çok istiyordu okumamı, onun sayesinde okuyabildim diyebilirim. Bayağı tembel bir çocuktum ilkokulda, ortaokulda hatta lisede. Sözeli tercih edince sözelcilerin içinden sıyrıldım yoksa sayısalcılar veya eşit ağırlıkçılar olsa, onların içinde üniversite okuyamazdım. Tarih bölümünü kazandım, biraz çalışmayla çok kolay geçebiliyorsun. Sözelciler çok ders çalışmaz. Niyetim öğretmen olmaktı ama aile bilinçli olmayınca, iyi yönlendiremeyince bilemiyorsun, tarih bölümü mezunlarının çok zor atamasının olduğunu, çok yüksek puanlar alman gerektiğini bilemiyorsun. Her yıl binlerce mezun veriyordur herhalde tarih bölümleri. Ben ilk KPSS sınavına girdiğimde seksen mi yüz kişi mi ne almışlardı. Eski mezunları da hesaba katarsan tarih mezunlarının sayısı binlercedir ama alınan yüz kişi.

-Ailen Mardin’deyken tarikat üyesi miydi? Orada tarikatı olmayan aile var mıdır? 

– Yüzde seksen doksanının vardır bir tarikatı.

-Bu atadan dededen gelme bir gelenek midir yoksa kendin mi seçersin? 

– Atadan dededen. Bu da şöyle oluyor, mesela bir tane şeyh var, o ölüyor, onun kardeşi ile şeyhin oğulları arasında bir mücadele başlar, bu her zaman böyledir. Erkek kardeşi yoksa şeyhin çocukları arasında başlar mücadele. Müritler de bölünür bu arada.

– O bölünmede ne rol oynar, çıkarlar mı yoksa bu Kuran’ı daha iyi biliyor ben bunun müridi olayım mı derler? 

– Hiçbir şey bildiklerini zannetmiyorum. Fıkıh eğitimi mi aldılar ya da ne yaptılar da biri diğer kardeşlerinin önüne geçti, hadisi mi daha iyi biliyor diğerlerinden, yoksa kelâmda mı daha iyi?

-Başka bir ad mı alıyor bölünen tarikatın o kolu? 

– Tabii, mesela Menzil pek bölünmedi. Bu arada bizimkiler Nakşi galiba, çok da ayrıntılı bilmiyorum, ben zamanında cemaatlere gittim ama hiçbir tarikata girmedim. Ailem de beni hiç zorlamadı bu yönde.

– Diğer kardeşlerinden hâlâ giden gelen var mı tarikata? 

– Bir tane abim gider.

– Hangi tarikata gider? 

– Bir ara Adalet Bakanı vardı Abdülhamit Gül, onun hani elini öptüğü bir şeyh vardı ya. İşte o şeyh anne tarafımın şeyhi. Babamın şeyhi başka anneminki başka.

– Bu durum aile içinde sıkıntı yaratmaz mı? 

– Hayır. Bizim ailede önemli olan şey tarikat ehli olmaktan çok dindar olmaktır, namaz kılmak, oruç tutmaktır. Yoksa hangi tarikata gittiğin önemli değildir.

– Sen ilk kez ne zaman başladın gitmeye? 

– İlk kez ortaokulda Fethullahçıların evlerine gittim. Çalışkan olanları seçerlerdi ama ben çok da umut vaat eden bir öğrenci değildim. Hafta sonları iki üç saat gidiyorsun, sohbet muhabbet ediyorsun, ders yapıyorsun sonra dönüyorsun öyle çok ayrıntılı bir şey değildi. Lisedeyken Okuyucular vardır, bilir misin? Nurcular aslında birkaç kola ayrılır ayrılır, mesela Fethullahçılar, gerçi Nurcular onları Nurcu saymaz ama onlar kendilerini Nurcu sayar. Fethullahçılar bir yanda diğer yanda Okuyucular ve Yazıcılar. Yazıcılara da gittim.

-Merak mı ettin tarikatları, cemaatleri, ailen mi gönderdi nasıl oldu? 

– Yok aile değil. Ama dindar bir ailede büyüyünce sen kendin gidiyorsun, kimsenin seni zorlamasına gerek kalmıyor.

-Fethullahçıların evlerine gitmekten niye vazgeçtin? 

– Vazgeçmedim. Dedim ya çok çalışkan bir çocuk değildim. Onlar sonra çağırmadılar beni.

– Seni gözden çıkarmışlardı yani? 

– Tabii tabii. Çalışkan çocuklarla devam ederler onlar. Tabii bunlar benim düşüncelerim, onların hangi kıstasları uyguladıklarını bilemiyorum. Onlar çağırmadı ortaokuldan sonra yani. Zaten orta sonda gittim altı yedi ay falan. Lisedeyken Okuyuculara gittim. Yazıcılara da gittim ama az, onları pek bilmiyorum. Ama Okuyucuları iyi biliyorum. Bir Zehracılar var bunların arasında, ki bunlar biraz Kürt milliyetçisidir, sonra Meşveretçiler var, Kurdoğlu cemaati var. Tam emin değilim ama ben ya Meşveretçilere gittim ya da Kurdoğluna gittim.

– Ne kadar süreyle gittin? 

– Sanırım bir, bir buçuk sene. Üniversiteyi kazanınca zaten koptum. Ama Fethullahçılar da vardı Okuyucular da o zamanlar. Ama hepsi itaat ister. En hafifi zaten Fethullahçılar, ama onlar bile çok şey ister, istekleri hiç bitmez.

– Sonra üniversiteye gittin… 

– Üniversiteye gittim.

– O sırada da devam ettin mi cemaatlere gitmeye? 

– Yok, ara sıra gitmişliğim vardır ama çok bağlandığım bir şey yoktu. Mezun olunca formasyon almam gerekiyordu. Bir de KPSS’ye hazırlanmam gerekiyordu, iki üç sene ders çalışmakla geçecekti. Abimin de o arada işleri iyi gidiyordu. Ben KPSS ile falan uğraşmadım gittim Adalet okudum, sonra turizm okudum açık öğretimde. Bir ara ilahiyat okudum. Ama o aralar fikirlerim değişmeye başladı.

– Fikirlerin niye değişmeye başladı? 

– Abimin işlerinin kötüye gittiği bir süreç başladı. Abimle beraber benim de bir şeyleri kaybettiğim bir dönem başladı. Babadan kalma evimin de büyük kısmı gitti mesela. Ben bu nedenle bir çöküntü yaşadım, yaş otuza yaklaşıyordu, tam her şeyi garanti ettim derken her şey terse dönüyor. O dönemde abimle olan çatışmalardan dolayı babamla da çatışmalar başladı. Dünyaya bakış açılarımızın birbiriyle ilgisi yoktu. Tamam ben de dindardım o zamanlar ama artık farklı bir yöne evrilmiştim.

– Biraz maddi koşulların bozulmasıyla bir evrilme olmuş sanki… 

– Tabii maddiyatın çok etkisi var. O dönemde ben yeniden Kuran okumaya başladım. Hep okurdum ama…

– Zaten Arapça biliyorsun… 

– Ama anlamıyorum, Kuran Arapçasının yüzde otuzunu ya anlarım ya anlamam. Kelimeleri çıkarıyorum ama ne dediğini anlamıyorum. Anlayabilmem için meal okumam lazım. Saidi Nursî’nin kitapları vardır, önceleri Nurculara gittiğimden okumuştum. Ben ilk önce Said’in kitaplarına tavır aldım. Said’in Kastamonu Lahikası diye bir kitabı var. İslamiyet ile ilgili bende ilk soru işaretleri yaratan bu kitap oldu. Güya Said’e ilham geliyor bir gün, nasıl geliyorsa, diyor ki “benim talebelerim ne zamana kadar varlıklarını sürdürecek?” “Birden bu hatırıma geldi” ya da “soruldu bana” diyor, “ben de cevap verdim” diyor, önce bir hadis veriyor, sonra bir ayeti söylüyor, sonra bunun ebced cifir hesabını çıkarıp bir yıl söylüyor ve diyor ki bu yılda kıyamet kopacak ve işte şu yıla kadar da şakirtler (talebeler) varlığını devam ettirecek. Ebced hesabını tam bilmemekle beraber, her harf bir sayıya tekabül eder, o sayıları toplayarak bir tarihe ulaşılır, oradan der ki şu olabilir, bu olabilir. Çıkardığı rakamlar istediği tarihi versin diye bazı harfleri  manipüle ediyor, şu (harf, M.G. ) sayılır bu sayılmaz diye. “Bu kesin değildir, Allah bilir doğrusunu ama” diyor,  “görüntü onu gösteriyor” diyor.

– Bunları Saidi Nursi söylüyor. 

– Evet Kastamonu Lahikası’nda.

– Hatırlıyor musun çıkardığı kıyamet tarihini? 

– 2100 küsur yılı. Bu bana çok saçma geldi. Sonra bir baktım ki Fethullah’ın bir kitabı tamamen ebced cifir hesabıyla dolu. Daha önce de o kitabı okumuştum ama çok üstünde durmamıştım.

– Orada da mı böyle tahminler var? 

– Tabii tabii, bir sürü tahmin var. Güya Ali bu ebced cifir hesabını çıkarmış. Ben bunu Kuran ile karşılaştırdım sonra. Bir ayette “Sana gelip kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar” diyor, Muhammed’e yani ve yanıtını veriyor “de ki onun ilmi yalnızca Allah’ın yanındadır, onu ne bir nebze erken ne de bir dakika geç kopartabilirler”. Başka bir ayette aynı soru sorulduğunda “sen kim, onu bilmek kim?” diyor Allah. Kuran bırak böyle hesaplar yapıp tahmin yürütmeyi, onun hakkında konuşmayı, fikir yürütmeyi bile men etmiş. Baksana peygamberine bile diyor ki “sen kim onu bilmek kim”. Allah peygamberini bile terslemiş bu konuda ama Said efendi biliyor. İşte ilk film burada koptu bende. Dedim ki tarikatlar, cemaatler, ilim milim hepsi hikaye.

– Kaç yılına rastlıyor bu iş? 

– 2017 gibi. Sonra dedim ki hadislere bir bakayım. Oraya bakınca da çok uç noktalar gördüm. Dedim ki kendime, “Allah Kuran’a kefil olmuş, bu sözler değiştirilmeyecek, değiştirilirse kıyamet kopacak” diyor. Ben de Kuran hariç diğerlerini reddettim. Yalnız Kuran var, ben buna göre yaşarım gerisi beni ilgilendirmez dedim. Ama hepi topu iki ay sürdü bu da. Açtım Kuran’ı okuyorum… daha önce Kuran’da inanırken bile bana saçma gelen yerler olurdu, ama tüm bu olaylar olduktan sonra, dedim ki Kuran’a tarafsız bakayım,  taraflı bakarak olmaz zaten, benim artık Kuran’a da tarafsız bakmam lazım. Bir Müslüman gözüyle değil de nötr birinin gözüyle bakayım, Kuran’ı öyle okuyayım dedim. Aldım keçeli kalemi elime, bana ne saçma geliyorsa, nerede soru işareti yaratıyorsa başladım altını çizmeye. Başta pek çıkmamıştı ama sonrasında çok fazla çıkmaya başladı.

– Neler takıldı kafana? 

– En önemli nokta şuydu, Kuran diyor ki “hiç akıl etmez misin”, “hiç düşünmez misin”. Bu laflar sürekli geçiyor. Güya “düşün, akıl et, tahkiki imana var” der gibi. Tam sen bu niyetle okumaya başladığın an pat diye seni tehdit eden bir şey çıkıyor karşına, diyor ki “onların kalplerini mühürledik”, “art niyetliler ayetlerimizde açık bulmaya çalışırlar” falan. Yani seni tehdit ediyor ve diyor ki “sen imansızsın ve sonun korkunç olacak”. E hani başlarda “hiç akıl etmez misin”, “hiç düşünmez misin” diyordun? Beni niye tehdit ediyorsun, bırak da düşüneyim değil mi? Sana tarafsız gözle bakayım. Ama ona da izin vermiyor aslında. Bir yerde başlıyor seni korkutmaya, sonsuza kadar ateşle yakmakla korkutuyor.

– Daha önce fark etmediğin bir şeydi bu değil mi? 

– Yok çünkü bu gözle bakmamıştım hiç. Zaten başta anneden babadan önyargıyla yetiştirilmişsin, Kuran’a sempatiyle bakıyorsun. Mutlak doğru kabul ediyorsun, e mutlak doğru kabul ettikten sonra sorgulayacak bir şey de yok ki.

– Şu anda ne durumda nasıl bakıyorsun? 

– Ateist değilim çünkü evrende böyle bir şey var mı yok mu bilmiyorum.

– Bilinemezcisin yani. 

– Yani… Yarın öbür gün solucan deliklerinden evrenin başka yerlerine gidebiliriz belki, tüm evreni gezeriz, hallaç pamuğu gibi atarız, bakarız aaa tanrı yokmuş deriz. Ama o zaman da sormaya başlarız bu evrenle sınırlı mı yoksa başka evrenler de var mı diye.

– Benim çok merak ettiğim bir şey var. İnanan birine sormayı çok isterdim, izin verirsen sana sormak istiyorum. Evrenin tahmin edilen genişliğinin yüz milyar ışık yılı olduğu belirtiliyor. Kilometreye vurduğun zaman ne eder? Bir ışık yılı yaklaşık on trilyon kilometre desek, on trilyon kere yüz milyar gibi akıl almaz bir rakama ulaşıyoruz. Yani bu bizim şu andaki teknolojimizle sonsuz demek. İnananlar diyor ki evreni Tanrı yarattı, ben de merak ediyorum bu kadar sonsuz bir şey nasıl yaratılmış olur? 

– Aslında sonsuz değil belki sonsuz yanında bu çok küçük bir şey.

– Anladım da nasıl bir güçtür ki o sonsuz bir şeyi yaratabiliyor? Bunu hayallerini nasıl sığdırabiliyorlar? 

– İnsanın aklî kapasitesi bellidir. Örneğin insan aklı sonsuzluğu düşünemiyor, hayal edemiyor. Sonsuz ne demek onu bile düşünemiyor. Güneşin büyüklüğünü bile kafamızda düşünemeyiz. İnsan aklı sınırlı olduğu için hiçbir zaman anlayamaz.

– O zaman bilinemez demeleri gerekmiyor mu? Demiyor ve onu bir yaratıcıya bağlıyorlar. 

– İşte cahil insan her şeyin bir cevabının olduğunu, ya da her şeyi bildiğini zanneder, aslında cehalet budur bence. Cehalet her şeyi bilmektir. Cahil kabullenemez bilmediğini.

– O zaman da bir şeye bağlamak zorundadır diyorsun? 

– Bir şeye bağlamak, bir cevabını vermek zorundadır. Aslında onlar için her şeyin cevabı Allah. Oysa ben yaratıcının var olup olmadığını cevaplamak zorunda değilim.

– Evet değiliz. 

– Zaten hem mecbur değilim hem de imkanlarım kısıtlı.

– Böyle bir mecburiyeti niye hissederler ki? 

– Doğarken bunu bildiğini düşünerek yetiştirilmişler de ondan. Daha çocukken bile bunu bildiğini düşünüyor. Bildiğinin mutlak doğru olduğunu düşünüyor. İnsanlar ideolojisiz yetişse hiçbir sorun olmayacak. Ama sorun insanların ideolojiyle büyümesi. Anne babasının, çevresinin belirlediği ideolojiyle büyümesi dolayısıyla böyle düşündüğünü sanıyorum.

– Tabii ben mantığa vurmaya çalışıyorum ama mantığa vurulamayacak bir şey bu aslında. 

– Mantığa şöyle vurulabilir, onun içinde yetişmiş, böyle bilmiş, ona bu anlatılmış, bunu görmüş başka bir şey görmemiş.

– Ama sen görmüşsün mesela. 

– Çok az insan yapıyor bunu. Ya başına kötü bir şey gelecek ya da çok zengin olacak, dünyada her yeri gezip görecek, başka kültürler tanıyacak, başka dinler görecek…

– Yine de aynı davranıyorlar, al bak Arap emirlikleri, Suudi Arabistan’daki zenginler bu dediklerinin tümünü yapıyorlar ama yine de inanıyorlar. Hiç sorgulama yapmıyorlar. 

– Az çıkar işte. Aslında şans veya şanssızlık.

– Sen bu duruma gelince diğer dinlere bakışında değişiklik oldu mu? 

– Diğer dinler bana hâlâ çok ilkel geliyor. Çünkü İslamiyet hem sosyal…

– Örneğin Yahudilik. 

– Yook, Yahudilik ilkel diyemem, ritüelleri falan İslamiyet’e çok yakın. Birbirine en yakın iki din diyebilirim.

– Aslında İslamiyet Yahudiliğe yakın dememiz gerekiyor, o önce çünkü. 

– Evet İslamiyet Yahudiliğe yakın.

– O zaman Hristiyanlığa da ilkel demiyorsun. 

– Hristiyanlık çok ilkel. İsa’nın sonuçta bir devlet kurma şansı olmamış, bir topluluk yönetme şansı olmamış. Sosyal hayata dair söyleyeceği pek bir şey yok Hıristiyanlığın, siyasal hayata ilişkin söyleyeceği pek bir şey yok.

– Kitabı bile sonradan yazılmış. 

– Evet, kitabı da havariler tarafından yazılmış. Yani ortada bir sistem yok. Paganlıktan almış bir kısmını onları devam ettirmişler…

– Yahudilik de Sumerler’den çok şey almış ona bakarsan. Babil sürgünü sırasında… 

– Almış ama benim söylemek istediğim bir devlet kuramadığı için peygamberleri, dinlerini bir sisteme oturtamamışlar.

– Kurumsallaşamamışlar. 

– Hah, çok güzel söyledin kurumsallaşamamışlar.

– Şimdi bu halinle kendini daha rahat mı hissediyorsun? Feraha ermiş gibi mi hissediyorsun yoksa bazı soruların yine de yanıtlanması mı gerekiyor? 

– Yok dedim ya her şeyi bilemeyiz. Bazen kendimi şanslı hissediyorum bazen şanssız. Topluma ayak uyduramıyorum, bu yönden şanssızım. Mesela annemle, babamla konuşurken sinir harbi yaşıyorum, abilerimle, ablalarımla konuşurken hep sinir harbi gibi. Uzaklaştım onlardan zaten çünkü katlanamıyorum bazı şeylerine. O topluma katlanamıyorum, Kaş’a kaçtım geldim. Tamam doğal güzelliği, şehirden kaçma olayları da var ama bu da var işin içinde. Aileye, eşe, dosta da bir mesafe koyma var. Onların düşünceleri rahatsız ediyor beni, katlanamıyorum. Diğer taraftan şanslıyım, niye, çünkü hayatı onlar gibi kendime cehenneme çevirmeyeceğim. Onlar hayatlarını cehenneme çevirmiş. Daha dünyadayken cehennemi yaşıyorlar. Öbür tarafta zaten bilmiyorlar nereye gideceklerini, cennete mi cehenneme mi, sürekli bir korku duyuyorlar, bir umut var ama korku da var. Bu korku ölene kadar onlarda hiç bitmeyecek. Kadınların ise çoğu perişan halde, erkek ne diyorsa, nasıl yönlendiriyorsa onu yapıyor, okumamış, hayatını idame ettirecek bir işi, bir mesleği de yok…

– Belki de onun için kızları okutmuyorlar, kadınlar erkeklere tabi olsun diye. 

– Dinden sonraki yanıt bu olabilir. Ama dinen iyi bir mümin olmak, iyi bir kul olmak, sözüm ona kendisi iyi bir mümin ya, ailesi de iyi mümin olsun diye uğraşıyor erkek.

– Kız çocuklarını okutmamak bununla açıklanabilir mi? 

– Önce Allah’a yalakalık yapmak…

– Allah okutma mı diyor kızları? 

– Tabii canım, mesela ergenliğe giren bir kızın nikahının düştüğü erkeklerle yani evlenebilmesinin mümkün olduğu erkeklerle aynı ortamda bulunmaması gerekir.

– Peygamberin şöyle bir sözü var mı, “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diye. 

– Ali’ye ait olduğunu söylerler o sözün.

– Çünkü böyle bir sözü edenin sonra da kızların okumasını yasaklaması çelişki yaratmıyor mu diye soruyordum kendi kendime? 

– Zaten din baştan aşağı çelişkiler yumağıdır. Kuran da baştan aşağı çelişki. Diyorum ya başında “hiç okumaz mısınız” der. Mesela niye ayetler iniş sırasına göre değildir Kuran’da?

– İniş sırasına göre düzenlenseydi sence bir şey değişir miydi? 

– Benim için değişir, Müslümanlar ayıkırdı olaya, çünkü ayetler yumuşaktan serte doğru gidiyor Kuran’da, Müslümanlar henüz kırk kişiye bile ulaşmamışken çok yumuşak söylemleri vardır ayetlerin, ondan sonra Medine’ye geçiyor, Mekke’yi fethediyor falan, bir bakıyorsun sonra gelen ayetler, “as, kes, Allah’ın düşmanlarını yok edene kadar savaş”. Şimdi bu bir sıraya girse bunu görürsün ama şimdiki gibi karman çormanken göremezsin. Bir Müslümanı etkilemenin bir yolu belki de, karman çorman olsun ki bunun farkına varamasın diyedir.

– Peki Kuran’ın özgün olduğuna inanıyor musun? 

– Ortada bir tane Kuran var.

– Muhammed öldüğünde ortada yazılı bir Kuran yok*. Bunu ezberlemiş olanları, parça parça taşa kemiğe yazmış olanları çağırıyorlar ve topluca yazıya geçirme çabası başlıyor Ebu Bekir döneminde. Bu yazılanlar o adamların aklında kalan şeyler aslında. Muhammed’in o sözü gerçekten de öyle söyleyip söylemediğini bilmiyoruz. Çünkü Muhammed yaşarken Kuran’ı yazıya geçirtmemiş. O zaman nasıl oluyor da Kuran’ın özgünlüğüne inanıyorlar? 

– Şöyle düşünüyor, diyor ki Muhammed son peygamber, bundan sonra peygamber gelmeyecek  ve dünyanın evrenin falan yaratılmasının nedeni bizim Allah’a kulluk, ibadet etmemiz. Allah’a ibadet etmediğimiz zaman varlığımızın sebebi kalmamış oluyor diye düşünüyorlar. Buna bir sebep olmayınca evrenin varlığının bir sebebi kalmıyor. O zaman kıyamet kopmalı. Bu yüzden İslamiyet kıyamete kadar devam edecek zaten.

– Değişmediğine nasıl inanıyor? 

– Şöyle inanıyor, değişseydi kıyamet kopardı zaten diyor.

– Ama Kuran’da böyle söylendiğini söyleyen bu toplanan adamlar. Allah böyle mi söyledi bilemeyiz. Onlar diyor ki Kuran’da Allah böyle söylemiş Muhammed’e. Ama söylemiş mi söylememiş mi bilmiyoruz çünkü Muhammed de ölmüş gitmiş iki yıl önce, doğrulatacak bir kaynak da yok yani. 

– İslamiyet’te bilmiyoruz diye bir şey yok. Senin sorduğun soruyu soramaz zaten. Sorarsa dinden çıkar.

– İslamiyet’in böyle mantığa uymayan yönleri var. 

– Hepsi baştan aşağı mantıksız zaten. Mesela benim takıldığım başka bir şeyi söyleyeyim. Şeytanla Allah arasında geçen olay. Şeytanın ibadet etmediği hiçbir yer kalmamış Allah’a yerde gökte, şeytan cin aslında, Allah onu ateşten yaratmış. Melekleri nurdan, insanı topraktan onu ateşten yaratmış Kuran’a göre. Şeytan cinlerin en büyüğü, en yüksek mertebede olanı, Allah melekleri ve Şeytanı çağırıyor yanına ve “ben topraktan insanı yaratacağım, ona secde edin” diyor. Melekler de Allah’a “biz sana bu kadar ibadet ederken sen gidip fitne fesat çıkaracak insanı mı yaratacaksın” diyorlar. Allah “siz bilmezsiniz ben bilirim” diyor. Onlar da bunun üzerine secde ediyor insana. Sonra Şeytana diyor “secde et insana” diye. Bir kez burada bir mantıksızlık var, sen yarattığını niye yarattığına secde ettiriyorsun? Bir de herkes gurur yapar değil mi? Diyelim ki bir yerde işe girdin, on yıl orada çalıştın her şeyi öğrendin, bir bakıyorsun senin üstüne eğitimsiz iş bilmeyen birini getiriyorlar, bir de diyorlar ki bunun emirlerine uyacaksın. İnsanın zoruna gitmez mi, demez mi arkadaş on yıldır burada çalışıyorum, e bu adamı aldın, benim gibi lise mezunu, mühendis falan da değil, niye benim üzerime adam getiriyorsun? Vazgeçtim her şeyden bari beraber olalım, aynı düzeyde olalım bari demez mi? Sen topraktan insanı yaratmışsın, Şeytana diyorsun ki “gel buna secde et”, e gururuna dokunmaz mı Şeytanın, benim gururuma dokunur mesela bu durum.

– Şeytanın gerekçesi ne secde etmemek için? 

– Ben ateştenim onu topraktan yaratmışsın, ben ondan üstünüm diyor. Bir de yerde ve gökte ibadet etmediği yer kalmamış Şeytanın, Allah ne derse onu yapıyor. “Daha ne yapacağım diyor” yani. Allah da bunun üzerine diyor ki “sen kovulmuşlardansın”. Şeytan da diyor ki “o zaman bana mühlet ver insanları yolundan çıkarayım”. Allah da “kıyamete kadar sana mühlet verdim, senin yoluna gelenleri cehennemde yakacağım, seni de sonra cehennemde yakacağım” diyor ve huzurundan kovuyor. Şeytanın gidişi o gidiş. Mantıksızlık bir yerde iki yerde değil her yerde. Bir de şu var, kötülüğü Şeytan mı yarattı, bizzat Allah yaratmış. Melekleri yaratmış, cinleri yaratmış, herkes birbiriyle barış içinde yaşıyor, herkes ona secde ediyor, ibadet ediyor, sonra Allah kalkıyor insanı yaratıyor, kötü şeyi de iyi şeyi de içine koyuyor.  Sonra insanı dünyaya gönderip “bana ibadet etmezsen seni sonsuza kadar yakacağım” diyor. İnsanların yaptığı tecavüzler de senin yüzünden, çocuk kesmeler de senin yüzünden, birbirine işkenceler de senin yüzünden. Şeytanın yüzünden değil ki.  Bir de madem Şeytan secde etmeyi reddetmiş yok edersin Şeytanı olur biter. Ateist değilim ama mantıklı da değil bu olaylar.

– Bu söyleşi için çok teşekkür ederim. 

* Muhammed okuma yazma bilmiyordu. “vahiy meleği Cebrail ilk defa yanına gelerek ona “oku” dedi. “Ben okuma bilmem” cevabını verince melek onu kavrayarak iyice sıktı ve bıraktı. Sonra yine “oku” dedi. Hz. Muhammed yine, “Ben okuma bilmem” deyince melek yeniden onu sıktı ve bıraktı. Aynı cevap üzerine Cebrail kendisini üçüncü defa sıkıp bıraktıktan sonra, “Yaratan rabbinin adıyla oku. O, insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. O kalemle öğretendir. O insana bilmediğini öğretti” mealindeki ayetleri (el-Alak 96/1-5) okudu ve uzaklaşıp gitti.”

“Kur’an ayetlerinin Hz. Peygamber’in sağlığında bir araya getirilerek kitap şeklini aldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. O dönemde Kur’an’ın iki kapak arasına alınmamasının asıl sebebi Resûlullah hayatta olduğundan vahyin ne zaman kesileceğinin bilinmemesidir. Ancak ramazan aylarında Resûl-i Ekrem ile Cebrâil’in o güne kadar inen âyetleri birbirlerine karşılıklı olarak okumaları (arza) uygulamasından (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6) Kur’an’ın bir kitap şeklini alma yolunda olduğu anlaşılmaktadır. Bazı rivayetlerde Zeyd b. Sâbit ile Übey b. Kâ‘b gibi sahâbîlerin bu okumaları yakından takip ettikleri belirtilmektedir (Müsned, V, 117; Hâkim, II, 225). Özellikle Resûl-i Ekrem’in vefat ettiği yılın ramazan ayındaki son okuyuş karşılıklı olarak ikişer defa gerçekleşmiş, böylece Mushaf ortaya çıkmıştır (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 5, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 7, “İʿtikâf”, 17, “Menâḳıb”, 25; Müslim, “Feżâʾil”, 50, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 98, 99; Nesâî, “Ṣıyâm”, 2). Hz. Peygamber’in sağlığında Kur’an’ın tamamını ezberleyenlerin sayısı konusunda farklı rivayetler vardır. Enes b. Mâlik’ten gelen bir rivayette bunların dört veya beş kişi olduğu ifade edilmişse de diğer rivayetlerden bu sayının onu aştığı anlaşılmaktadır (bk. HÂFIZ).

“Ancak Resûlullah’ın hayatının sonlarına doğru oluşan tertibe göre ezberler yapıldığı ve bazı şahsî nüshaların meydana getirildiği muhakkaktır.”

( https://islamansiklopedisi.org.tr/kuran )

Not: Fotoğraf temsilidir.

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Medya Günlüğü
Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
678TakipçilerTakip Et
11,500TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler