Bikini kelimesinin başındaki “bi” iki demek. O yüzden iki parça olan mayolara bikini deniyor. Bu mayonun dünyanın canına okuyan nükleer bombayla doğrudan alakalı oluşu ise çok ilginç.
Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya denilen adalar kümesinden 1200 tanesi Marshall Adaları diye biliniyor. Marshall Adaları’nın ortasında da bir mercan adası kümesi var ki adı Bikini. Mayoların ilham kaynağı işte bu resif alan.
Amerika’nın “2. Dünya savaşını sonlandırmak için başka çarem yoktu” yalanıyla Japonya’yı atom bombası yağmuruna tutmasından sonrasına dönelim. Atom bombasının sadece insanları öldürmekle kalmadığı, sağ kalanları da kanser ettiği, yakın uzak her yerde sonradan doğacak olanlarda bile kanserlere ve kalıcı sakatlıklara neden olduğunun anlaşıldığı bir dönemdeyiz.
Hiroşima ve Nagazaki’den nerdeyse on sene sonra ABD bu kez de Bikini resifinde atom bombası patlatıyor. “Bravo” adındaki bu bomba 18 mega ton. Hiroşima’da Japonların tepesinde patlattığı “Şişko Adam” ve “Küçük Oğlan” adındaki bombalarının tam on katı güçte yani.
Bikini resifi 2. Dünya savaşı paylaşımıyla ABD’ye geçmiş (1946) ve orada askeri üs kurulmuş. Bu üste çalışan askerlerin görevleri gizliymiş ama dünya alem biliyor ki ABD oraya Çin’i ve Japon’u gözetlemek ve gözdağı oluşturmak için yerleşmiş. Ancak bilinmeyen asıl amacın “4.1 projesi” olduğu. Pasifik’in tam ortasındaki bu dünya cenneti mercan ada, meğerse dünyayı cehenneme çevirmek isteyenlerce üs edinilmiş.
Bikini, Ekvator çizgisinin hemen kuzeyinde 23 mercan adacığından oluşuyor. Mercan birikintisi olduğu için de denizden en fazla 2 metre kadar yüksek. Dalgalar yükselince kıyılar sular altında kaldığında, sadece 5 kilometre karelik bir kuru alan kalıyor. Hepi topu bizim Büyükada kadar.
1953’de Amerikan askerleri adada yaşayan 166 Mikronezya yerlisini alıp 800 kilometre ötedeki başka bir adaya taşıyorlar. Aynı deniz kuvvetleri tıpkı Nuh’un Gemisi gibi, keçiler, koyunlar, domuzlar, fareler bilumum hayvanatı gemilerine doldurarak adaya getirip ortalığa salıyor ve sonra da o devasa bombayı (Bravo) tepelerinde patlatıyor. Maksat bu canlılara nükleer patlamada neler olduğunu araştırmak.
Olanlar oluyor elbette. Sadece adada yaşayanlara değil en yakından başlayarak, Afrika’sından Avrupa’sına, Amerika’sından Avustralya’sına bütün dünyada kanser patlaması oluyor. Üstelik uzak yakın bütün ülkelerdeki kanser sayılarını haritalara döküp yayınlayanlar da başkaları değil, Amerikalılar…
Fransız Louis Reard bir mühendis ve 1940 yılından itibaren anasının Paris’teki iç çamaşırı mağazası için modeller üretiyor. Saint Tropez sahillerinde takılırken, kadınların mayolarını katlayarak bedenlerinin daha fazla bölgesini güneşe açmaya çalıştıklarını görüyor. Yekpare deniz giysisini ortadan ikiye bölüp, kadınların örtülmesi gereken iki beden bölgesi, meme ve poposu için parçalı mayo yapıyor 1946’da. Aslında o bu keşfi yapmadan on sene öncesinden iki parça mayolar kullanılmaya başlanmış ama keşif hikâyeleri yazmaya bayılan Batı’nın bikini hikâyesi böyle.
Louis Reard ile hemen hemen aynı tarihte bir başka Fransız Jacquez Heim, dört üçgen kumaşı iplerle birbirine bağlayıp “dünyanın en küçük deniz giysisi” diye piyasaya sürüyor. Yaptığı modeli de Batılılarca atomlanmış Doğulu insanları aklına bile getirmeden, “atome” olarak adlandırıyor.
Aslında Reard’ın modeli ile Heim’inki aynı. Ancak Reard, çıplak dansıyla ünlü 19 yaşındaki Michaline Bernardini’ye modelini giydirip “Bikini” adıyla piyasaya sürüyor. ABD’nin yeni ele geçirdiği cennet adanın adı ile. Bu sunumun etkisiyle olmalı bikini ismi tutuyor, atom adı unutuluyor. Ve o sunumun yapıldığı 5 Temmuz günü hâlâ her sene Bikini günü olarak kutlanıyor.
Böyle oluşturuluyor beyin haritamız. Bikini denince atom bombası atılan Bikini Adası’nı değil kadın memesi ve poposunu hatırlıyoruz…
Ancak bu araya sokmasam olmaz; Çatalhöyük’de bulunan ana tanrıça heykelinin üzerinde bikinin tıpa tıp aynısı olan iki parçalı bir giysi var. Demek ki Kalkolitik Çağ’da, milattan 5.600 sene önce, daha Arap’ın Müslümanlığını boş ver, Türklerin Şamanizm’i bile ortada yokken, Anadolu’da yaşayan kadınlar böyle giyiniyormuş.
Antik Yunan ve Roma’da da kadın (ve de erkek) bedeninin sadece özel bölgeleri örtülüyor. Sonra araya tek tanrılı dinler giriyor. Birkaç asır boyunca, insanın içinden çıktığı suyla ilişkisine bile sınır konuyor (kadının yüzmesi de yasaklanıyor). Semavi dinler erkek bedeni ile ilgilenmez görünüp kadın bedenini kat kat giysilerle sarmalıyor. Kadının bu kısıtlamalardan soyunması 21. yüzyıla kadar mümkün olmuyor. Bu yüzden bikininin hikâyesi de insanlık hikâyesinin bir parçası oluyor.
Biçimden öze geri dönersek, savaş yokken patlatılan ilk atom bombası da “Bravo” değil. ABD, dünya savaşının hemen sonrasında, 1946 Haziran’ında Bikini’de, 2. Dünya Savaşından kalma 80 adet köhne savaş ve uçak gemisinin üzerine 20 kilotonluk atom bombası atıyor, gene uçaktan. (10 senedir zaten giyilmekte olan mayo modelinin bu atomik patlamadan sadece birkaç hafta sonra bikini adıyla “resmen” piyasaya sürülmesine isterseniz (!) tesadüf diyelim de “bak kuş uçuyor” taktiği demeyelim.)
Sivil dönemin bu ilk atom bombasının patlatılmasındaki amaç, gemilerde nasıl bir hasar yaptığını görerek bilimsel araştırmalar yapmak. Bir ay sonra bu kez de suyun altından atom bombası patlatılıyor. Anormal bir radyoaktif su sütunu yüzeydeki dokuz gemiyi yutuyor ve bulgular kaydediliyor.
ABD, 1953’de “Bravo” ile doğrudan canlılar üzerinde yaptığı bu atomik deneyden sonra 1958’e kadar başka radyoaktif patlamalarla da inceleme/araştırma faaliyetlerini sürdürüyor. 1956’da Bikini’ye ilk hidrojen bombasını da atıyor. Böylece Bikini resifi, radyoaktif kirliliğin merkezi oluyor. Sadece Bikini kontamine olmuyor elbette…
Benim aklıma takılansa mercan resiflerinin volkanik adalar oluşu. Atom bombası denemelerini tam da volkanların üstünde yapmak nasıl bir cesaret işidir acaba? Yoksa cesaret değildir de volkanları tetikleyebilir miyiz diye de mi test ettiler. Ne de olsa ülkelerinden olabildiğince uzak bir alandalar, volkanlar patlasa da onlar zarar görmezler. Gel de komplo teorisyeni olma şimdi: Düşünsenize Pasifik Okyanusu’nda ha bire devasa fırtınalar oluşuyor. Varsayalım ki vazgeçmediler de hâlâ askeri denizaltılardan yani su altından atom bombası atıyorlar. Okyanus suyunda aniden radyoaktif patlama olursa neler olur, denizde çıkan fırtınalar devede kulaktır bence…
Neyse, bilmediğimiz sularda yüzmeyelim de bildiğimiz gerçeklere geri dönelim…
Büyük patlatma öncesi Bikini’den başka adaya taşınan yerliler, 1960’larda yurtlarına geri dönme gafletinde bulunuyor. (Belki de dönmeye teşvik edilmişlerdir, olamaz mı?) Dönenlerin hepsi adada hâlâ var olan radyoaktivitenin yoğun etkisine giriyor. Bu durumu fark edip kaçan kaçıyor, kalanlar kanserden ölüyor. Ama kaçanlar da kanser oluyor.
Onlardan 5’inin gelişkin tıp merkezlerinde (Chicago/ABD) incelendiğini ve bulguların bilimsel yayınlara dönüştürüldüğünü de bir belgeselde izledim, yani yaptıklarını gizledikleri de yok.
1985’de ABD bir fon kurup adayı nükleer etkiden temizlemeye karar veriyor ve 1991’de bu konuda çalışmalar başlıyor. 1998’de temizlik bitirilse de radyoaktivite düzeyi hala yüksek. Ancak çok da yüksek değil diyerek bölge turizme açılıyor.
Bikini Adası’nda 1996’dan beri batık gemilere (!) dalış turları ve balıkçılık müsabakaları düzenleniyor. Adanın ortasındaki 50 metre derinliğindeki krater gölü, harika renkleri ile göz kamaştırdığı için turistlerin ilgi odağı. Tur rehberleri bu nefis coğrafyanın nükleer patlama geçmişini anlatıyor mudur bilmem. Bölgedeki radyoaktivite oranını rehberlerin bile bilmediğindense eminim. Bilseler üç kuruş için sağlıklarını riske atarlar mı?
Bikini kumsallarında kurulu restoranlarda turistlerle yapılan bir röportajı da izledim. Balıklar, meyveler, yemekler, deniz, doğa, her şey harika, diyorlardı ağızları kulaklarında. Onların dünya cennetine geldik diyen mutlu suratları, hangi kanser türüyle hangi zaman aralığında ekşiyecek acaba diye düşünmeden edemedim.
Tarihi bilmeden bugünü yaşamanın bedeli ağır…
calisal01@yahoo.com