Engin Solakoğlu’nun soL Haber’de yayımlanan “Batı(k) Avrupa” başlıklı yazısı:
“Başlığı beğendiniz mi? Bu hafta kafamda döndü durdu. Bana ait değil. 2000’li yılların başında tanıma olanağını bulduğum gazeteci Sıtkı Uluç’un yazdığı bir kitabın adı.
Sıtkı ağabey ne yazık ki aramızdan çok erken ayrılan bir gazeteciydi. Brüksel’de uzun yıllar görev yapmış, Türkiye’nin AB macerasını da Batı Avrupa’daki toplumsal/siyasal dönüşümleri de yakından izlemişti.
Sıtkı Uluç benim gibi AB konularına yeni başlayan bir dışişleri memuru için eşsiz bir bilgi kaynağı ve istekli bir deneyim aktarıcıydı. Söyleşmekten keyif alırdım. Gerek bu söyleşiler gerek yazdığı kitaplarda çizdiği Batı Avrupa portresini ise o zamanki aklımla biraz karamsar, gereğinden fazla eleştirel, olumsuz bulurdum.
Yetiştiğim çevre, aldığım eğitim Batı Avrupa’yı kafamda “çağdaş uygarlık düzeyi”yle eşdeğer kılıyordu. AB’ye üyeliğin gerçekleşeceğine pek ihtimal vermemekle birlikte üyelik sürecinin Türkiye’ye kimi faydalar sağlayacağına dair düşüncelerim vardı. Neyse ki bir yandan o süreci yürüten Akepe ve Fethullahçı ortağı, bir yandan da Batı Avrupa’nın lideri konumundaki iki ülkenin Sarkozy ve Merkel gibi liderleri öyle adımlar attılar ki, hızla uyanmakta pek zorluk çekmedim.
İzleyen yıllarda hep Batı Avrupa’da görev yaptım. Eleştirel tavrım değişmedi ama hep kimi erdemler buldum Avrupa’da. Kimi siyasal ve toplumsal özelliklere, reflekslere imrendiğim oldu. Şurası düzeltilse, burası halledilse dünya için ne iyi bir medeniyet modeli olabilir diye düşündüğüm de oldu.
Elbette, “refah devleti”ne olan ihtiyaç ortadan kalkmıştı, Avrupa sermayesi daha çok kâr istiyordu, bu yüzden rejimler yıllardır giderek aşırı sağa kayıyor, kitleler hızla örgütsüzleştiriliyordu. Sol akımlar sınıfsal niteliklerinden hızla uzaklaşarak kimlik çamurunda boğuluyordu, kısa süre öncesine kadar “kabul edilemez” sayılan düpedüz parti, lider ve hareketler medya gücüyle ambalajlanıp geniş kitlelere “makul” diye yutturuluyordu. Yine de Robespierre’i, Engels’i, Rousseau’yu, Marx’ı üreten aydınlanmanın beşiğinin böylesi derin ve tiksindirici bir karanlığa sürüklenebileceğini ummuyordu insan. Batı Avrupa sonuçta rejimlerden ibaret değildi, milyonlarca duyarlı insan da yaşıyordu ve bir noktada buna razı olmayacaklardır gibisinden umut kırıntıları taşıyordum içimde.
O son kırıntıları süpürme işlevini gören iki dönüm noktası yaşandı son 2 yılda. Birincisi Rusya-Ukrayna Savaşı, ikincisi İsrail’in Filistin’de yürüttüğü adlı adınca soykırım.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nın çıkış sebebi, kimin ne kadar “haklı” olduğu gibi konularda sayfalarca yazdım, fırsat buldukça da konuştum. O yüzden o kısmı geçiyorum. Avrupa’nın şaftının kaydığını gösteren işaretlerden biri Ukrayna’ya verdiği destek değil, o desteği verme şekliydi. Savaşın ilk gününden itibaren yürütülen “diktaya karşı demokrasi” palavrasını da bir yana bırakıyorum. Benim açımdan asıl şaşırtıcı olan Batı Avrupa’nın savaştaki tutumunu son derece ilkel bir Rus düşmanlığına indirgemekte sakınca görmemesiydi. Rus kökenli sporculara, sanatçılara yapılanlar bir yana, Rus klasik yazar ve bestecilerine reva görülen muamelenin ilkellikten başka bir sözcükle tanımlanması mümkün değildi. Sanki Ukrayna kentlerini Çaykovskiy ve Tolstoy bombalıyormuş, sivil ölümlerinin sorumlusu Çehov’muş gibi bir hava egemen oldu Batı Avrupa’ya. Dünyaya rasyonellik öğretenler akıldışılıkta zirve yaptılar.
Bu sözde “işgal karşıtı” tutumun, işgalle filan ilişkisi olmadığını, sermaye rekabetinin basit, ilkel ve tiksindirici bir ırkçılıkla harmanlanmasından ibaret olduğunu, bizim bildiğimiz tanıdığımız, var olduğunu düşündüğümüz Batı Avrupa medeniyetinin tarihe gömüldüğünü kesin olarak anlamamız için ise 7 Ekim 2023 sonrasını beklemek gerekti.”
Yazının devamını okumak için tıklayın