Bir arkadaşım Türkiye’den Amerika’ya gelirken bana bal getirmiş. O sırada ben de Sarıkamış’a kayağa giden bir dostuma rica ederek Kars balı getirtmiştim. O yüzden yeni hediyemin paketini epeyce sonra açtım ki ne göreyim; bütün dünyanın çakma bal haberleriyle sallandığı dönemde bana da ulaşmış çakma bal.
Daha önceki şeffaf mika kutu içinde gelen güzelim Kars balının üstüne açtığım bu teneke kutunun ilk sinyali kutusundaydı. Tenekenin köşesi boydan boya paslanmış ve pas kutunun içine akarak bala karışmış. O pas yüzünden hangi firma bu kadar dandik teneke kutu kullanmış diye baktım, bulamadım. Kutunun hiçbir yerinde üretici firma adı yok. Üretim ile ilgili tek bir şey yok. Petek görüntüsü ile kaplı altın rengi teneke kutuda yazan tek şey “Bal”.
Ha bir de paslı köşedeki minicik bir yazıda tenekeyi üreten firmanın adı var. Balı değil kutuyu üretenin adı. Hepsi bu. Bu çakma balı kim üretmiş, kim almış, kim satmış belli değil. Ahh benim isteyenin istediğini işlediği denetimsiz memleketim.
Balın çakma olduğunu ne bildin demeyin. Gerçi saf bal ile şekerli su katılmışının ayrımı için biri iki numara öğrenmişliğim var ama onları denemeye bile gerek olmadı. Tenekenin dibinde bir parmak kalınlığında mat beyaz şeker tortusu vardı ki sanırım beklettiğim için şeker tümüyle çökmüş. Ayrıca peteklerin kendisi bile çakma desem yeri var. Aslının esnek ama dirençli yapısının tersine dokunur dokunmaz lime lime parçalanan bu petek katmanlarının rengi de sertliği de çeşit çeşit. Ömründe bir kez olsun doğal kovan peteği gören birinin ta uzaktan anlayacağı kadar berbat yani.
15 yıl kadar önce muhteşem bir Abhazya gezisi yapmıştım. Abhazya, Kafkas dağlarının eteklerinde Karadeniz’in en doğusunda minik bir ülke. Oraya kadar gitmişken Kaf (Kafkas) dağlarına çıkmasam olmamıştı da karayoluyla çıkmak çok zor olduğundan kiraladığımız köhne bir askeri helikopter ile dağın doruğundaki bir Rus köyüne inmiştik. Kaf Dağı’nın tepesindeki bu yemyeşil köyde, bidonlar dolusu süzme bal görünce satın almak istemiştim.
Şehirden gelmesini beklediği bir alıcıyla çoktan anlaştığını söyleyen köylüyü tercümanlar aracılığıyla ikna etmemiz çok zor oldu ama sonunda başardık. Günün sonunda 20 kilo kadar çeken devasa bal bidonunu alıp helikoptere yükledik.
Akşam Abhazya’nın başkenti Sohum’a indiğimizde aldı mı bir dert beni. Gaza gelip aldığım bu kadar balı Türkiye’ye nasıl götürecektim. Çözümü kızım üretti. Balı küçük su şişelerine tek tek doldurdu. Sonra bu petleri streç ile tek tek sardı. Sonra da onları benim seyahatlerde ayakkabılarımı vb. taşımak için kullandığım dikdörtgen plastik kutulara yerleştirdi. Bu sıkı kapaklı plastik kutuları da giysilerimize sararak bavullarımıza yerleştirdik. Sınır görevlileri de valizlerimize ilgi duymayınca bomba atılmazsa bir şey olmayacak bu düzen sayesinde balları hasarsız biçimde İstanbul’a eriştirdik.
Bal dolu bu pet şişelerini hediye olarak eşe dosta dağıttım. Kendimize sadece tek bir şişe ayırmışım. Sonra kendime ne kızdım, ne kızdım. Çünkü verdiğim herkesin de hemfikir olduğu gibi bal güzel değil harikaydı. Harika kelimesi bile yetmez de tanımlayacak laf bulamıyorum. Ömrümde öyle bir bal ne yedim ne de bir daha yiyebileceğimi sanıyorum. Bal deyince hâlâ aklıma sınırlar aşırdığım o plastik şişeler geliyor ve bir yandan ağzım sulanırken bir yandan da gereksiz cömertliğime kızıyorum.
Bu geziden çok daha önce bir Karadeniz gezisi yaparken Maçahel’e kadar gitmiştik. Bu bölge her açıdan çok ilginç. Kafkas Dağları ile Karadeniz Dağları’nın bulaşma noktasında geçit vermez bir coğrafyada sıkışmışlığın hem avantajını hem de dezavantajını yaşayan bir bölge. O coğrafi sıkışmışlık yüzünden tecrit olmuş. Bu tecrit, sadece insana özgü değil. Hayvan ve bitki örtüsü de izole kalmış tarih boyunca. Darwin’in Galapagos Adaları’nda keşfettiği türden bir izolasyon bu. Sonrası malum, teknolojik keşifler ve yollar sayesinde her bir yere erişen ve konfor beklentisiyle doğalın canına okuyan biz turistler…
Maçahel’in geçmişindeki izole asırlar sayesinde flora ve faunası eşsiz ya, o yöreye özgü kalan şeylerden biri de arılar. Kafkas arısı denilen soy, başka soylarla karışıp yozlaşmadan olduğu halde kala kalmış. Meğerse benim Abhazya Dağları’ndan aldığım balı yapan soy işte bu soymuş. Kafkas dağlarının doruklarındaki bitkiler ve çiçekler farklı olduğundan, bal aynı bal değil ama arı aynı arıymış. Şimdilerde o arı soyunu bozulmadan koruyabilmenin peşine düşülmüş durumda.
Uzun yıllardır Amerika’da yaşayan, çocuklarını burada yetiştirmiş, torunları burada doğmuş büyümüş bir doktor arkadaşım var. Büyük torunu Ayla Tümer bir arı sever. Büyük dediğim hâlâ 16 yaşında ama 4 yıldır arıcılıkla uğraşıyor. Kendi baktığı bir arı kolonisi var. “Hobby Beekeepers” denilen bir arı derneğine üye. Ayla’nın “Arı prensesi” unvanı da var. Arıcılık üstüne dersler verme konusunda üstlenilmiş bir çeşit görev bu “Arı prensesliği”. Ayla Tümer bu yaz babaannesinden bir şey rica ediyor. Karakovan balcılığını öğrenmek istiyorum, bana bunu öğrenebileceğim bir yer bulur musunuz, diyor. arkadaşım araştırınca Ahmet İnci ismine erişiyor ve torunu ile tanışmalarını sağlıyor. Ayla Türkiye’ye gelip Ahmet Bey’in yanında kurs görüyor.
Ahmet İnci, Kızılcahamam köylerinde sepet kovanda arıcılık yapan bir dedenin torunu. Babası Memduh İnci 1952 yılında modern kovanlarla arıcılığa geçmiş. Özetle Ahmet Bey arıcı bir sülaleden geliyor ve 1967 yılında Ziraat Fakültesini bitirdikten sonra kendisi de kardeşleriyle birlikte arıcılık yapmaya başlıyor. Kesintisiz olarak hâlâ sürdürüyor. Ahmet Bey, Anadolu ve Kafkas arı ırkları hakkında basılı kitabı olan biri. Ali Nihat Gökyiğit Vakfı (ANG) aracılığıyla yayınlanmış, arıcılık ve sorunları hakkında birçok başka kitabın da yazarı. ANG bir yana, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler dâhil pek çok yurt dışı kuruma arıcılık konusunda danışmanlık yapacak kadar akademik başarıları olan biri.
Arıcılık deyip geçmeyin. Arıcılığın kazancı sadece o harika sıvının tadından ibaret değil. Balın savunma sistemimizi güçlendirici etkisinden ibaret de değil. İnsanın varlığını sürdürebilmesi, arıların varlığına ve çabasına bağlı. Dünyada arı yoksa biz de yokuz. Bitki havyan çevriminde aşı dölleyiciliğinin başat rolü zaten biliniyor diye bu konuyu geçiyorum ama tarihini bir gıdım da olsa konuşmalıyız.
Sepetlerden ya da kap kacaktan kovan üretip, insanın arıları kendi yakına taşıyıp balını toplamasının tarihi 10 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Güney Kafkasya’daki Gürcistan bu işin beşiği kabul ediliyor. Gürcistan’ın Borjomi kasabasında 2003 yılında yapılan bir arkeolojik kazıda 5.500 sene öncesinden kalma bal bulunmuş (Bal bozulmadan asırlarca kalabilen yegâne yiyecek). Bu mağarada gömülü testilerin içinden ıhlamur ve çiçek balı çıkmış. 4.500 sene önce Mısır’ın, Yunan’ın, Çin’in ve de Mayaların bal ürettiği biliniyor. Mezopotamya’da, Ürdün vadisinde, bugünkü Suriye topraklarında ve Abhazya’nın Suhum bölgesinde antik çağlardan beri arıcılık yapıldığının kanıtları var. Güney Amerika ve Avustralya yerlileri de tarımın erken evrelerinde arıcılığa başlamışlar.
İnsan evladı ayılar misali balı çok seviyor. Ancak dolandırıcılığı da çok seviyor. Dünyada sahtesi en çok olan üç gıdadan biri bal. Diğerleri süt ve zeytinyağı. Bu ay patlayan skandala göre, dünyanın dört bir yanına ihraç edilen İngiltere, Çin ve Türk ballarının nerdeyse tamamı sahte çıkmış. Şekerli şurupla tıka basa doldurulan ballar denetimi geçemeyip manşetlere taşınmış durumda…
ABD kendi ülkesindeki balların da şurup dolu olduğunu bildiği için, şimdilerde karakovan balının peşine düşmüş durumda. Karakovan lafındaki karayı boş verin. Bu kovancılığın en önemli özelliği en ilkel yönteme dayanması. Yani kovanın içine yerleştirilen çatkılara arıların bizzat petek yapmasına izin veriliyor. Kısaca özetlersek, bu petekler kolay yapılsın diye tahta çerçevelere tel germek de yok, arıya mum sunmak da yok. O nedenle satın aldığınız petek bal gerçekten kara kovan balıysa peteğinde tel görmüyorsunuz, balı yerdikten sonra ağzınızda sakız gibi mumu da kalmıyor. Öyle bal üreten mi kaldı derseniz, haklısınız ama bu konuda canhıraş çabalayan Ahmet İnce gibi fedailer de hâlâ var.
Bugünlerde kimler bal üretiminde başı çekiyor derseniz 1 numarada 450 bin tonla Çin var. Onu yılda 100 bin tonla Türkiye izliyor. Evet, gerçekten dünya bal üretiminde başı çekiyoruz. 3. Sırada 90 bin tonla Arjantin var. Sonrasında yaklaşık 70 bin tonar üretimle Ukrayna, Rusya ve ABD var. Kovan sayımız da hatırı sayılır miktarda. Ancak kovan başına üretim derseniz orada sayılar düşüyor. Verimlilik meselesini çözememişiz. Kalite meselesi ise başlı başına bir sorun.
Amerikan Tarım Bakanlığının (USDA) 335 numaralı el kitabında yazdığında göre ABD’de 200.000 insan arıcılıkla uğraşıyor. Bunların gözetiminde 5 milyon balarısı kolonisi var ve her yıl bin ton kadar bal üretimi yapılıyor. AgMRC diye bir pazarlama organizasyonun verilerine göreyse 125 bin arıcı yaklaşık 3 milyon arı kolonisinde 500 ton üretim yapıyor. Muhtemelen yıllara göre değişen bu sayılara çok takılmayalım. Zaten paundu kiloya ve tona çevirirken çuvalmış olabilirim. Üstelik miktar önemliyse de aslolan kalite elbette.
ABD bazı konularda hep bir numara. Örneğin, dünyanın neresinde ne varsa, gidip öğrenin, alın getirin, demekte ve geleni getirileni uygulamaya koymakta bir numara. Tarım Bakanlığı bu konuda o kadar başarılı ki inanamazsınız. Başka bir yazımda kendi pamuklarının kalitesiz olduğunu anladıklarında Mısır’ın pamuğunu nasıl (ç)alıp getirdiklerini ve bu sayede ülkelerini pamukta dünya birincisi yaptıklarını anlatmıştım. Pamuk tek örnek değil. Dünyayı dolaşıp nerede iyi ve kaliteli şey yetiştiriliyorsa öğrenip alıp gelmekte uzmanlar. Tıpkı dünyanın neresinde yetiştiğine bakmaksızın en kaliteli beyinleri bulup ülkelerine transfer ettikleri gibi. Şimdi de karakovan balcılığına ilgi duymaya başlamaları ilginç gelmedi mi size de.
Türkiye Cumhuriyeti bu yıl 2. yüzyılına giriyor. Birincisine girerken yaptığını gene yapmalı. Amerika’nın halen yapmaya devam ettiği gibi, dünyanın neresinde iyi ne varsa, görüp bilmeli, alıp gelmeli, öğrenip uygulamalı. Bu her konu için geçerli ama tarım ülkemizin belkemiği, arıcılık da tarımın en tepe noktası, o yüzden yeni rüzgârlar estirmeye başlamak için en iyi noktalardan biri arıcılık olmalı.
Bunun için neyin nasıl yapılacağı çok açık değil mi? Amerikan Tarım Bakanlığı, her iş gibi bu işin de eğitime dayandığını iyi biliyor ve çocuk ve gençlerin konuya aktif katılımını sağlıyor.
Ayla bu konuda çok iyi bir örnek. ABD’de pek çok arıcılık gönüllüsü derneği, pek çok arıcılık gönüllüsü çocuk ve genç var. Okullar bu konuya tam destek veriyor. Bu gönüllülük öğrencilerin sadece boş vakit eğlencesi olmuyor, okul seçimi ve başarısında bir kriter olarak kullanılıyor. Böyle teşvik ediliyor.
Bu dünyada iyi ki Ahmet İnciler var, iyi ki Ayla Tümerler var. Ancak iyi kiler yetmez. Keşkelerden arınmanın yolu iyi kilerimizi artıracak eğitim modelini bir an önce kurgulamak. Amerika’nın yetiştirdiği Aylalarla yarışacak yerli Aylalarımızı yetiştiremezsek, ne yerli kara kovanımız kalır ne de Kafkas arımız.
Paslı tenekede şekerli macunu bal diye kakalayan ademlerin bataklığından çıkmamız şart. “Bal tutan parmağını yalarmış” deyimindeki üç kâğıtçılığa yenik düşmemek için gidilecek yol belli.
Eğitim. Eğitim. Eğitim
Hemen şimdi, acilen eğitim. Eeee, sonrasında da denetim.