Açık Radyo’da “Babil’den Sonra” programını hazırlayan Ercüment Gürçay, Gazeteci Cenk Başlamış’la rock ve caz parçaları eşliğinde muhalif basının gazetecilik anlayışını konuştu. Aşağıda tam metni yer alan programı dilerseniz dinleyebilirsiniz
-Herkese merhaba. Ben Ercüment Gürçay. 95.0’da Açık Radyo’da Babil’den Sonra programını dinliyorsunuz. Programımızı İskoç yönetmen Bill Forsyth’ın 1983 yapımı “Local Hero” filminin müziğiyle açtık. Bir Mark Knopfler bestesiydi. Hemen program ortağım Gazeteci Cenk Başlamış’a hoş geldin demek istiyorum. Hoş geldiniz Cenk Bey.
-Merhaba Ercüment Bey hoş bulduk, teşekkür ederim. Yine bir canlı yayında buluştuğumuz için çok mutluyum ve heyecanlıyım. Bu birlikte dokuzuncu programımız. İzin verirseniz sohbetimize geçmeden önce açılışta çaldığımız parçayla ilgili biraz bilgi vereyim.
-Rica ederim tabii, buyurun.
-Mark Knopfler’ı ve grubu Dire Straits’i tabii herkes tanıyor. Biz de ocak ayındaki programımızda “Sultans of Swing”i çalmıştık. Fakat sanıyorum “Local Hero” filmi için yaptığı bu beste çok fazla bilinmiyor. İlginç bir not: İngiliz New Castle United ve İskoç Abeerden sahaya bu şarkıyla çıkıyormuş. Şarkıda gitarda Knopfler, saksafonda Michael Brecker, davulda da Steve Jordan’la Terry Williams vardı.
-Son yayınımızda bu programımızı ünlü davul sololara ayırmaya karar vermiştik ama galiba bazı değişiklik yapmışsınız?
-Evet. “Babil’den Sonra” sayesinde benim de arkadaşlarımından oluşan minik bir dinleyici grubum var. Programlardan önce onlarla konuşuyor, önerilerini dinliyorum. Arkadaşlarım Meltem ve Naim’le bugünkü programı konuşurken, tek başına davul soloların sıkıcı olabileceğini söylediler ve saksafonu da katmamı önerdiler. Benim de hoşuma gitti. Hatta izin verirseniz oğulları Ömer’in seçtiği bir parçayla devam edelim. Bu arada şunu da söyleyeyim, işin içine saksafon girince birlikte yaptığımız programlarda hiç çalmadığımız tarzda müzikler de girdi bugün listemize.
-Evet benim de dikkatimi çekti. O süprizleri yeri gelince söyleriz. Genç Ömer hangi parçayı seçti?
-Herkesin iyi bildiği bir grup. Aynı zamanda benim de Genesis’ten ünlü olduklarını bildiğim için kıskandığım bir grup! Pink Floyd’dan bahsediyorum. 1973 yılında çıkan “Dark Side of The Moon” albümünden ünlü bir şarkı: Money.
-Pink Floyd’dan dinledik: Money…. Şarkıdan önce Cenk Bey’in söylediği gibi bu programımızı davul ve saksafonun ağırlıkta olduğu şarkılara ayırdık. Babil’den Sonra dinleyicileri sanırım artık biliyordur Cenk Bey internet gazetesi Medya Günlüğü’nün yöneticisi. Uzun yıllar Moskova’da gazetecilik yaptı. Programlarımızda hem onun ilgi alanına giren güncel konularda sohbet ediyoruz hem de birlikte seçtiğimiz müzikleri çalıyoruz. Bu programızda Türkiye’de medyanın durumunu konuşmayı önerdi, ben de hemen kabul ettim. Sevsek de sevmesek de, iyi ve kötü yönleriyle medya artık hayatımızın bir parçası. Ama ben yine de sorayım, bu konuyu seçmenizin nedeni neydi?
-İşim gereği medyayı yakından takip ediyorum. Aslında konumuza biraz açıklık getirmem lazım. Medya derken muhalif medyayı kastediyorum.
-Neden özellikle muhalif medya?
-Çünkü iktidar yanlısı medyanın konuşacak hiçbir şeyi yok. Çünkü onlar gazetecilik yapmıyorlar. Ortada bir gazetecilik faaliyeti olmadığı için de konuşmanın bir anlamı yok. Ama bugünkü konuyu seçerken biraz tereddüt yaşadığımı da söylemeliyim.
-Neden?
-Çünkü muhalif medya üzerinde büyük baskı var. Zaten zor koşullarda gazetecilik yapıyorlar. Üstüne bir de onları eleştirmek bana önce haksızlık gibi geldi ama amacım onları zor duruma düşürmek değil, uzun süredir meslekte olan bir gazeteci olarak kendimce yanlışlarını göstermek.
-Bildiğim kadarıyla çok eski bir gazetecisiniz…
-Evet, 20. yüzyıldan kaldım:)) Bu yaz 41 yıl olacak gazeteciliğe başlayalı. Kendimi çok şanslı bir gazeteci olarak görürüm çünkü Milliyet’in Milliyet olduğu zamanlarda 25 yıl çalıştım. Herhalde Abdi İpekçi ekolününün yetiştirdiği son gazetecilerdenim. Dolayısıyla birkaç söz söyleme hakkını kendimde görüyorum.
-Kesinlikle katılıyorum. Söyleyeceklerinizi de merakla bekliyorum. Devam etmeden önce bir soluklanalım mı? Sırada hangi şarkı var?
-Sırada “Babil’den Sonra”da daha önce çok çalmak istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Rush var. Kanadalı bir progresif rock grubu. 1968-2015 arasında aktif müzik yaptılar. Bir zamanlar ben de çok dinlerdim. Bazı yerleri umuyorum sert gelmez dinleyenlere. YYZ şarkının adı. YYZ nedir diye merak eden olursa. Rush Toronto’da kurulmuş. YYZ de Toronto Pearson Havaalanı’nın uluslararası havacılıktaki koduymuş. Aslında gitar ağırlıklı bir parça ama davulu da duyuyoruz. Maalesef davuldaki Neil Peart 2020’de hayatını kaybetti. 1981’de çıkan Moving Pictures albümünden. Rush’dan dinliyoruz YYZ.
-Şarkıdan önce medyanın durumunu konuşmaya başlamıştık. Önce genel bir tablo çizmenizi istesem ne söylersiniz?
-Bilirsiniz bir deyim vardır, kör ölür badem gözlü olur diye. Bunu şundan söylüyorum, Türk medyası, daha doğrusu o zamanlar basın hep sorunluydu yani geçmişe övgüler dizmeye gerek ama bu kadar da yerlerde sürünmüyordu. O zamanlar, yani benim gazeteciliğe başladığım 1983’te gazetecilik bir zanaattı. Ustalar vardı, yeni gelenlere, yani çıraklara mesleği öğretirlerdi. Bu anlamda liyakat zinciri vardı. Yeni gelenler de ustalaşınca bildiklerini çıraklara öğretmeye başlardı. Tabii kusursuz bir düzen değildi, eskiler yenilere hoyratça davranırdı, onu da eklemem gerekir. Fakat sonuç olarak meslekte çok bilgili, çok deneyimli hatta efsane isimler vardı. Ayrıca çok önemli br konu: Büyük gazeteler arasında rekabet vardı. Gazetelerin yöneticileri daha çok satmak için iyi gazetecilik yapmaya çalışırdı.
-Bozulma ne zaman başladı?
-1990’ların ortasında promosyon kampanyalarıyla başladı. Tiraj artırmak için tencere tava vermeye başladılar. Mesele Milliyet için kırılma noktalarından biri, okuruna her zaman kitap hediye eden gazetenin furyaya kapılarak deterjan dağıtmasıydı ki Milliyet okurunun küsmesinin başlangıcıdır bu aynı zamanda.
-Yine bir ara verelim mi? İzin verirseniz ben anons edeyim bu sefer.
-Rica ederim. Hangi şarkıyıcı dinleyeceğiz Ercüment Bey?
-Programın başında konuştuğumuz sürprizlerden birine geldi sıra. Birlikte yaptığımız programlarda hiç caz çalmamıştık. Sırada ünlü kadın alto saksafoncu Grace Kelly var. Amerikalı bir caz sanatçısı. 2018 yılında çıkan Go Time Brooklyn 2 albümde yer alan çok ünlü bir şarkının uyarlamasını dinliyoruz: Unchain My Heart.
-1990’ların ortasında başlayan tiraj yarışıyla basındaki bozulmayı anlatıyordunuz. Sonra ne oldu?
-Sonra iki önemli olay yaşandı. Birincisi özel televizyon kanalları kuruldu. Gazeteler birden gözüne ışık tutulmuş tavşana döndü. Ne yapacaklarını, nasıl rekabet edeceklerini bilemediler. Daha bu şok geçmeden 2000’lerle internet darbesi geldi. Haber sitelerinin kurulmasıyla gazeteler garip bir duruma düştü. Okurun bir gün önce öğrendiği haberlerle çıkmaya başladılar ve doğal olarak tiraj kaybına uğradılar. Son ve asıl büyük darbe ise, 2002’de Türkiye’de iktidarın değişmesi ve hemen kendisine bağlı bir medya kurmaya başlaması oldu. Büyük televizyon kanalları ve gazeteler el değiştirmeye başladı. Bağımsız ya da muhalif diyebileceğim medyanın alanı sürekli daraldı.
-Yani asıl sorun medyanın iktidarı desteklemesi miydi?
-Hayır, bence değildi. Her yayın organının bir çizgisi, politik görüşü vardır, bu dünyada da böyledir. Fakat sorun iktidarı destekleyen medyanın asıl işlevini yani haber vermeyi bırakması oldu. Falanca gazete filanca partiyi ya da ideolojiyi destekleyebilir. Ben bu tarz gazeteciliği sevmiyorum, bana Milliyet’te bu öğretilmedi ama kabul edebilirim. Sizin okura ya da izleyiciye karşı birinci derecede sorumluluğunuz haberi vermektir. Salt haber. Önce haberi vereceksiniz, sonra kendi yayın politikanız neyse isterseniz ona göre yorumunu yapacaksınız. Yani insanlara düşünme ve kendi kararını verme hakkı tanıyacaksınız. Okur önce habere bakacak, sonra yorumu okuyacak ve kafasında bunun bir sentezini yapacak. Ama siz haber diye gerçekleri çarpıtırsanız bunun adı gazetecilik olmaz. Propaganda olur, militanlık olur, şaklabanlık olur ama gazetecilik olmaz.
-Muhalif medyaya geçmeden önce bir ara daha verelim ama gözlerinizin parlamasından sıranın Genesis’e geldiğini anlıyorum. Yanılıyor muyum Cenk Bey?
-Hayır Ercüment Bey, kesinlikle yanılmıyorsunuz! Ama çalacağımız parçayla ilgili biraz bilgi vermem gerekiyor. Bu bilgiler kimsenin hayatında herhangi bir değişiklik yapmayacak ama izninizle ben yine de anlatmak istiyorum! Aslında 13 dakikalık bir parça, daha doğrusu iç içe geçmiş iki ayrı parça ama biz tabii hepsini çalamayacağız. Genesis’in 2007 Roma konserinden. Bizim çalmayacağımız bölüm kulağa olduğu kadar göze de hitap ediyor. Önce Phill Collins’le Genesis’in konser davulcusu Chester Thompson ellerinde baget, metal kenarları olan birer tabure, evet bildiğimiz taburenin başına geçiyor. Önce deri kısımlarına, sonra metale vurarak çalmaya başlıyorlar. Tabii önceden çalışmışlardır ama büyük ölçüde doğaçlama yapıyorlar. Sonra davullarının başına geçiyorlar. Bu yaklaşık 6-7 dakika sürüyor, sonra hiç ara vermeden Los Endos’a geçiyorlar. İşte biz o performansın son saniyelerinden başlayarak Los Endos’u çalacağız. Bu, Phill Collins’in davulun başına geçtiği belki de son konser. Evet, 2022’de bir turneye çıktılar ama Collins çok hastaydı, davul çalmak bir yana baget bile tutamıyordu hatta bütün şarkılarını oturarak söylemek zorunda kalmıştı. Aslında burada bile davul çalarken acı çektiği yüzünden okunuyor. Bu parçada saksafon yok. Büyük ölçüde Tony Banks’in klavyesiyle Collins ve Thomson’ın davulları var. Michael Rutherford’la Genesis’in konser gitaristi Darly Sturmer’in gitarları ara sıra kendilerini hatırlatıyor ama çoğunlukla arka plandalar. Son iki not : Şarkının adı Los Endos, tahmin edileceği gibi İspanyolca ve İngilizce kırması uydurma bir sözcük son, bitiş, final anlamında. 1976 yılında çıkan A Trick of the Tail albümünden. Los Endos adı anlamlı çünkü bu parçayı iki yıl önce ayrılan solist Peter Gabriel için bestelemişler. Bir de, bu konseri 500 bin kişi izlemişti. Parçanın sonlarına doğru yüz binlerce kişinin alkışla tempo tutması çok güzel. Ben bu parçayı istasyonlara gelince yavaşlayan ama onun dışında tozu dumana katarak ilerleyen bir lokomotife benzetiyorum… Los Endos…
-Los Endos’tan önce muhalif medyayı konuşmaya başlamıştık. Siz muhalif medyayı neden eleştiriyorsunuz?
-Programın başında söylediğimi tekrar etmek isterim. Muhalif medya gerçekten büyük baskı altında, gazeteciler tutuklanıyor, kanallar kapatılıyor, para cezaları veriliyor, resmi ilan ambargoları uygulanıyor. Bunların hepsi doğru. Ama bugünkü programımızın çıkış noktası şu: Türkiye’de şu anda sadece muhalif medya gazetecilik yapmaya çalıştığı için eleştirebileceğimiz, hatalarını gösterebileceğimiz bir tek onlar var.
-Siz hangi açıdan eleştiriyorsunuz?
-Şu açıdan eleştiriyorum: İyi niyetlerini sorgulamıyorum, o ayrı bir konu ama muhalefet yapmaya çalışırken, aynı iktidar yanlısı medyanın düştüğü hataya düşüyorlar ve haberle yorumu karıştırıyorlar. Şöyle somut bir örnek vereyim: Muhalif bir seçmeni düşünelim. Bu kişi iktidar yanlısı bir kanalı açtığında ya da gazeteyi okuduğunda size ne düşünür?
-Bir partinin propagandasının yapıldığını ve sahte cennette yaşadığımızı.
-Kesinlikle öyle. Şimdi bir de iktidara oy veren bir seçmenin muhalif kanalları izlediğini varsayalım. Ne düşünür? Muhalefetin reklamının yapıldığını, iktidarla dalga geçildiğini.
İşte ben de diyorum ki, yaşadığı bütün zorluklara ve baskılara rağmen muhalif medya da özünde iktidar medyasının yaptığını yapıyor. İkisininki de yanlış. Siz gazeteciyseniz önce tarafsız şekilde haberi vermek zorundasınız. Eğer sizin tek amacınız iktidara vurmaksa vurun, muhalefetin sözcülüğünü mü yapmak istiyorsunuz, yapın, elinizi tutan yok. Ama bunları yapıyorsanız kendinize gazeteci diyemezsiniz. Bu konuda İliç maden kazası sırasında çok ilginç bir yayına denk geldim ama isterseniz bir ara verelim.
-Tabii verelim. Hangi parçayı çalıyoruz?
-Sırada sadece 1 dakika 35 saniye süren bir saksafon solo var.2021 yılında hayatını kaybeden Amerikalı saksafoncu Pee Wee Ellis’den dinliyoruz Tupelo Honey.
-Aradan önce İliç maden kazasından bahsediyordunuz…
-Evet. Bir muhalif kanalı izliyorum. Kamuoyunda tanınan, bir süre cezaevinde kalan bir gazeteci canlı yayında. Önce uzun uzun bölgedeki köylüleri eleştirdi neden tepki göstermiyorsunuz, protesto düzenlemiyorsunuz diye. Not almıştım söylediklerini kelimesi kelime aktarıyorum:
“Sınıf bilinçleri yok. Toprak altındaki arkadaşlarıyla dayanışma göstermiyorlar. Geleneksel bir sınıf bilincine sahip, karakter olarak işçi sınıfına dahil olmuş kesimler değil. İnsanın çürümesidir bu.”
Peki, çok güzel! Ama bunları söyledikten sonra dedi ki, madeni işleten şirket 10 yıl önce köylülerle bir anlaşma yapmış, onlara 130 bin lira yardımda bulunmuş ama karşılığında madende yaşabilecek kaza vs. durumunda herhangi bir şekilde şikayet etmemeleri için imza almış. Yani bir yandan neden tepki göstermiyorsunuz diye köylülere kızıyor ama arkasından hukuken ellerinin kollarının bağlı olduğunu söylüyor.
Ya bir dakika, siz ne yapıyorsunuz? İktidara ya da madeni işleten şirkete vurmak için insanlara, halka neden neden saldırıyorsunuz? Muhalefetten anladığınız bu mu? Beni asıl ilgilendiren yönü, sizin gazetecilikten anladığınız bu mu?
-Peki ne yapması gerekiyordu?
-Çıkacak bir gazeteci olarak madeni işleten şirket 10 yıl önce köylülerle bir anlaşma imzalamış ve ellerini kollarını bağlamış. İşin haber nitelliği taşıyan esas yönü bu. Ama siz ne yapıyorsunuz, bu gerçeği en sona saklayıp köylüleri aşağılıyorsunuz.
-Türkiye’de medyayı ama özellikle muhalif medyayı konuşmaya devam ediyoruz. Siz meslekte 40 yılı doldurmuş bir gazetecisiniz. Mesleğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
-Valla ben bir gelecek göremiyorum. Sonuçta tabii bir ülke neyse medyası da odur. Son yıllarda çok kullandığımız bir kelime var: Liyakat. Toplumun önemli bir bölümü liyakatın yok olmasından yakınıyor. Medyada da durum farklı değil ki. İktidarın medyayı ele geçirme sürecinde iyi, deneyimli, liyakat sahibi, sektörün hafızası durumundaki insanlar ya sektörden uzaklaştırıldı ya da kendileri ayrıldı. Bakın şu anda “Babil’den Sonra” stüdyosunda sizinle bir haber sitesine girelim, iktidar yanlısı ya da muhalif fark etmez. Ben size tonlarca hata bulurum, başlık yanlış, metin kötü yazılmış, içinde bilgi hataları var, mantık hataları var. Kötü Türkçeden bahsetmiyorum bile. Peki neden böyle? Çünkü haber diye yazılan o metin büyük olasılıkla genç bir editör arkadaşın kaleminden çıkmıştır. Ben onlara kızmıyorum çünkü doğrusunun bu olmadığını bilmiyorlar. Asıl vahimi, artık ortada onlara doğrusunu gösterecek gazeteci kalmamış olması. Ben Milliyet’e yeni girdiğimde böyle bir haber yazsam dış haberler şefi önce beni bir güzel azarlar ama sonra oturur tek tek hatalarımı söylerdi. Ben de tecrübe kazandıktan sonra genç bir muhabir hata yaptığında doğrusunu gösterirdim, bu gelenek, bu zincir böyle devam ederdi. İşte medyada da liyakat zinciri kırılınca bugünkü duruma geldik.
-Programımızın sonuna geliyoruz, hangi parçayı çalıyoruz Cenk Bey?
-Son parçamız da ünlü Polonya asıllı Norveçli saksafon sanatçısı Jan Garbarek’ten. Bu parçayı öneren de arkadaşım Buket oldu. Red Wind.