Aşırı sağ sorun çözmez; çözümsüzlüğün iktidarını kurar. Sandıklarda yükselen oy oranları, meydanlarda haykırılan sloganlar, televizyon ekranlarında yinelenen vaatler hep aynı iddiayı taşır: “Bizimle birlikte sorunlar bitecek.”
Ama dikkatle bakıldığında, bu vaatlerin ardında gerçek bir çözüm değil, krizleri kalıcı kılma stratejisi vardır. Göçmenlerden ekonomiye, aileden kültürel kimliklere kadar her başlıkta aşırı sağ, sorunları çözmek yerine onları yeniden üretir. Çözümsüzlüğün sürekliliği, bu siyasetin en güçlü kaynağıdır.
Aşırı sağın en sık başvurduğu söylem göçmenlerdir. Almanya’da AfD’nin kampanyalarında, Fransa’da Marine Le Pen’in bitmek bilmeyen çıkışlarında, Hollanda’da Geert Wilders’ın zafer konuşmalarında ve İtalya’da Giorgia Meloni’nin iktidarında ortak tema hep aynıdır: göçmenler sorunların kaynağıdır. İşsizlikten güvenlik kaygılarına, kültürel değişimden toplumsal huzursuzluğa kadar her şey onlara yüklenir. Ama “çözüm” diye sunulan şey, çoğu zaman tek kelimeye indirgenir: geri gönderme. Oysa milyonlarca insanı geri göndermek ne pratikte mümkündür ne de insani açıdan savunulabilir.
Göçmenler Avrupa ekonomisinin en görünmez taşıyıcılarıdır: bakım evlerinde yaşlılara bakan kadınlar, tarlalarda düşük ücretlerle çalışan erkekler, kuryelik yapan gençler… Onlar olmadan gündelik yaşam aksar. Ama siyaset onları sürekli yabancı, sürekli öteki, sürekli geçici olarak işaretler. Bu, Hannah Arendt’in bahsettiği “kamusal görünmezlik” durumunun siyasal stratejiye dönüşmüş halidir. Göçmen vardır ama yoktur; içeridedir ama dışarıya ait sayılır. Çözüm diye sunulan şey, aslında sorunun kalıcılaştırılmasıdır. Göçmen krizi sürdükçe aşırı sağ da kendi varlığını sürdürür.
Ekonomik alanda tablo farklı değildir. Avrupa’nın yapısal sorunları karmaşıktır: enerji bağımlılığı, küresel tedarik zincirlerindeki kırılmalar, neoliberal politikaların yarattığı sosyal devlet erozyonu… Bunlar uzun vadeli reformlar gerektirir. Aşırı sağ ise bu karmaşık gerçeklerle uğraşmaz. Onun yerine kolay suçlular bulur. Almanya’da enerji krizinin faturası göçmenlere kesildi: “Paramız onlara gidiyor.” Fransa’da Le Pen, enflasyonu Brüksel’e bağladı: “AB halkımızın ekmeğini çalıyor.” Hollanda’da Wilders, sağlık sistemindeki sıkıntıları Müslüman göçmenlere yükledi: “Onlar yüzünden hastanelerimiz doluyor.” Burada bir çözüm yoktur; yalnızca öfkenin yönlendirilmesi vardır. Krizin yapısal nedenleri görmezden gelinir, halkın öfkesi kolay hedeflere yönlendirilir. Böylece sorun çözülmez, çözümsüzlük yönetilir.
Kültürel meselelerde de aynı mantık işliyor. “Aileyi koruyacağız, değerlerimizi savunacağız, kimliğimizi yeniden ihya edeceğiz” söylemleri, aslında nostaljik bir masaldan ibarettir. Meloni’nin “Tanrı, aile, vatan” sloganı ya da Le Pen’in “Fransız kimliği” vurgusu, geleceğe dair bir program değil; hayali bir geçmişin çağrısıdır. Aşırı sağ, gerçekte hiç var olmamış bir altın çağı geri getirme sözü verir. Bu, bir çözüm değil, kriz duygusunu kalıcı kılan sembolik bir araçtır. Halk, “bir şey kaybettik” duygusuyla yönlendirilir; ama o kaybın ne olduğu hiçbir zaman tam olarak tanımlanmaz. Belirsizlik, aşırı sağın en büyük avantajıdır. Belirsiz kayıplar, belirsiz tehditler doğurur; bu tehditler karşısında aşırı sağ kendini tek koruyucu adres olarak sunar.
Medyanın rolü
Medya, bu siyasetin en güçlü taşıyıcısıdır. Aşırı sağ krizleri yalnızca dillendirmez; onları dramatik imgelerle dolaşıma sokar. Sosyal medyada dolaşan videolar, televizyon ekranlarında tekrar tekrar gösterilen görüntüler, gazetelerde büyük puntolarla atılan manşetler… Göçmenlerin sınırları zorladığı kalabalık kareler, tekil şiddet olaylarının sürekli öne çıkarılması, ekonomik krizle ilgili tek yönlü haberler hep aynı mesajı verir: “Sürekli bir kriz içindeyiz.” Bu kriz estetiği gerçeğin yerini alır. Artık önemli olan olayların karmaşık nedenleri değil, halka sunulan basit imgeler olur. Bir bot dolusu göçmen tüm ekonomik ve siyasal krizin sembolüne dönüşür; bir sokak çatışması, tüm toplumun güvenliğinin çöktüğünün kanıtı gibi sunulur. Medya, bu şekilde aşırı sağın kriz siyasetini besleyen en önemli araçlardan birine dönüşür.
Bu noktada Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un popülizm analizleri önem kazanır. Onlara göre popülist siyaset, farklı hoşnutsuzlukları belli semboller etrafında birleştirme sanatıdır. Aşırı sağ tam da bunu yapar: göçmenler, elitler, Brüksel bürokrasisi, LGBTQ+ hakları ya da küreselleşme karşıtlığı… Tüm hoşnutsuzluklar bu semboller etrafında toplanır. Ama burada çözüm yoktur; yalnızca çözümsüzlüğün yönetimi vardır. Halk, sorunların çözülmediğini gördükçe daha çok öfkelenir; öfkelendikçe de kendini aşırı sağa daha bağımlı hisseder. Bu bir paradokstur: aşırı sağ sorunları çözemedikçe güçlenir, çünkü sorunların varlığı onun meşruiyetini besler. Çözümsüzlük, bu siyasetin temel kaynağı haline gelir.
Aşırı sağın yükselişi, Avrupa demokrasileri için ciddi bir tehdittir. Demokrasi, halkın sorunlarını çözme iddiasıyla ayakta kalır. Ama aşırı sağ sorunları çözmek istemez; onlar sayesinde var olur. Göçmenler geri gönderilemez, ekonomi suçlular bulunarak düzeltilemez, kültür nostaljik masallarla yeniden ihya edilemez. Fakat bütün bu imkânsızlıklar, hareketlerin zayıflığı değil gücüdür. Çünkü onlar için önemli olan sorunların çözülmesi değil, sorunların varlığını sürdürmesidir. Halk, sürekli bir kriz duygusuna mahkûm edilerek yönlendirilir; bu kriz duygusu da aşırı sağın en güçlü silahı haline gelir.
Aşırı sağ neye çözüm sunar? Hiçbir şeye. Çözüm yerine sundukları şey, sürekli kriz ve sürekli çözümsüzlüktür. Tam da bu yüzden tehlikelidirler: çünkü halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılamak yerine, krizleri yeniden üretip onların üzerinde hüküm sürerler. Demokrasi, halkın sorunlarını çözme iddiasıyla meşruiyet kazanır; aşırı sağ ise sorunların sürmesiyle. Onların siyaseti, çözüm değil, bitmeyen bir kriz kurgusudur.
Çözümsüzlüğün siyaseti, demokrasinin çöküşünün en sessiz habercisidir. Halkı sürekli kriz duygusuna mahkûm edenler, aslında demokrasinin temelini sessizce oyarlar. Bu nedenle aşırı sağa verilecek en güçlü cevap, onların “çözüm” vaatlerini tartışmak değil; çözümsüzlüğü bir iktidar tekniği olarak nasıl kullandıklarını ifşa etmektir. Çünkü mesele artık geleceğe ötelenmiş vaatler değil, bugünde eşitliği ve adaleti kurmaktır.
Görsel: Deutsche Welle
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: