Göbeklitepe’nin haberleri çıktığında heyecanlanıp ilk fırsatta görmeye gitmiştim.
Büyük bir çukurda T şeklinde birkaç dikit, üzerlerinde de bazı yalın şekiller kazılıydı. Gün yüzüne çıkarılanların hepsi o kadardı henüz. Baktım baktım bir şey anlamadım. Birilerine sordum. Civarda kalıntısı olmadığı için aslen nerede yaşadığı bilinmeyen çok eski bir uygarlığın muhtemel tapınağı olduğu düşünülüyormuş. Bu açıklama da bana bir şey ifade etmedi. Beni oralara gitmeye sürükleyen insanlığın en eski kalıntılarının bulunmuş olması gerçeği dışında hiçbir şey anlamadan geri döndüm. Onca yol gitmekten tek kazancım kazıyı yapan Profesör Klaus Schmidt’in buluntuları anlattığı kitabı orada görüp almamdı.
Dönünce ilk iş kitabı okudum. Gene de bir şey anlamadım.
Bu çok doğal çünkü benim arkeoloji konusunda bilgim yok. Ancak herhangi bir konuya olduğu gibi bu konuya da ilgim var. O nedenle arkeolojik buluntuları görmeye çalışırım. Sadece Efes gibi meşhur olanlarını değil, ulaşabildiğim hepsini. Sanırım Isparta’da bir yerdeydi (Füsün Tırman, Sevil Parlak, siz hatırlarsınız neresiydi?) Pek de bilinmeyen bir kazı yerini gezerken, daha o gün erişilmiş koca kafalı bir çocuk iskeletini fotoğraflama şansım bile olmuştu. Arkeoloji ekibi o kadar heyecanlıydı ki bize de bulaşan o heyecanla fotoğraflamamıza da karışmadılar. Ancak çok geçmeden hata yaptığını fark eden ekip başı onlar yayın yapmadan çektiğimiz fotoğrafları yayınlamamamızı özellikle rica etti. Arkeoloji çevresinden olmadığımız için, onların ne zaman yayın yapabileceğini bilmediğimizden hiç yayınlamadım nörolojik bozukluğu olan o çocuğun fotosunu. Oysa kubbe gibi kabarmış kafatası kemikleriyle nörolojik arazlı çocuk iskeleti belki de tarihte ilk kez bulunmuşken bir nörolog olarak buna tanık olmanın şansını hatırladıkça hâlâ heyecanlanıyorum.
Anadolu öyle zengin bir geçmişin evladıdır ki günümüzde aktif olarak kazılan yerleri say say bitmez. Ben de pek çoğunu görmüşümdür. Temel şeyleri bilmeden ha bire orayı burayı görünce ne oluyor derseniz, bilgisiz deneyim ne oluyorsa işte o kadar, yani hiç yoktan iyi oluyor. Sonuç olarak ben arkeolojiden anlamıyorum.
Göbeklitepe hep Stonehenge ile kıyaslanır. Göbeklitepe hayal kırıklığımın 2 ay sonrasında Londra’ya gitmiştim. İş edindim, Stonehenge’i de gördüm. Orası da tıpkı Göbeklitepe gibi geçerken uğranacak bir yerde değil, yerleşime epey uzakta. O kadar yol gitmemin nedeni ikisini böyle arka arkaya görürsem belki anlamlandırmam kolay olur diyeydi. İşe yaramadı. Orada da birçok dikey taş vardı. Gittim gördüm gene anlamadan döndüm. Stonehenge hakkında yazılan bazı şeyler de buldum okudum. Nafile…
Ben bulduğu her şeyi okuyanlardanım. TÜBİTAK yayınlarından çıkan minik bir çocuk kitabını okumuştum uzun yıllar önce. Adını tam hatırlamıyorum ama “Lusi’nin Hayatı” gibi bir şeydi. Bu kitapta 1974 yılında Etiyopya’da bir kazıda bulunan 3.2 milyon yaşındaki bir kadın mumyasının keşif hikayesi anlatılıyordu. O kitaptan çok şey öğrendim. Bu en eski insan buluntusunu anlatan kitabı anlamış ama Göbeklitepe’deki en eski insan yerleşimini anlatan kitabı anlamamış olmam, ilkinin çocuklara yönelik yazılmış olması yüzünden benim zekamın kısıtlığını göstermiyor. Onun bir “popüler bilim kitabı”, diğerinin ise o vasıfta olmadığını gösteriyor. Çünkü popüler bilim kitapları bir çocuğun bile anlayabileceği kadar yalın bir dille yazılmak zorundadır. Amaç o alanda hiçbir uzmanlığı, dolayısıyla da temel bilgisi olmayan kişilerin konuyu anlamasını sağlamaktır çünkü.
Popüler bilim yazılarının amacı bilimi halka tercüme etmektir. Tercüme kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü bilimin her alanının kendine özgü kelimeleri, terimleri ve bütün bunların ötesinde farklı ifade ediş biçimleri vardır. Sadece konunun uzmanının anlayabileceği bu jargon halk için uzaylı konuşması gibidir. Bu da normaldir.
Örneğin ben MS diye bilinen “Multipl Skleroz” hastalığı konusunda uzmanım. “IL-12B, CD5, MIP-1a ve CXCL9 dahil 10 farklı CSF proteinin MS tanısında immunoglobulin G (IgG) indeksi ve neurofilament hafif zincir artışı gibi bir değeri vardır” diye bir cümle kurarsam ne demek istediğimi MS ile ilgilenmiş bütün hekimler anlar ama MS’li biri bile olsa halktan birine hiçbir şey ifade etmez, hatta konuyla ilgisi olmayan hekimlere bile etmez. Farklı protein ve tanı gibi tanıdık laflardan hareketle bulmaca gibi çözemeyeceğine göre de anlamaya çalışmasının anlamı da olmaz. Ancak ben MS konusundaki bilgileri derleyip gündelik dilde ifade edersem en azından MS olanlar için çok şey ifade eder. Bunu yaptım da zaten. Ancak hasta bilgilendirme amaçlı bu tür yayınları popüler bilim yayını pek saymıyorum çünkü hedefi toplumun bütünü değil kısıtlı kişiler yani konuyla doğrudan ilgili bir kesimdir ki bu da tüm halk anlamına gelmez. Niye herkes MS öğrensin ki? Hastalık hastalığı yani evham artsın diye mi?
Bu örneğin seçilmesinden bile anlaşılacağı üzere bilime yönelik ilgimiz genellikle tıp özellikle de hastalık üzerinedir. Oysa bütün bilim alanlarının halka tercüme edilmesi gerekir çünkü bilimsel keşifler asla ekstra bilgi değildir. Hemen hepsinin gündelik hayatta karşılığı vardır. Benim başka konulara olduğu gibi arkeolojiye olan ilgim de o kapsamdadır. Öğrenmekten en çok heyecan duyduğum “toz bilimi” hakkındaki ilgim de öyle. (Evet öyle: Sehpalarımızdaki tozun da bilimi var. Hem de çok önemli bir bilim dalı çünkü tozun ne olduğunu bilmek hepimizin hayatını değiştirebilir.)
Hangi bilim dalıyla ilgili olursa olsun “popüler bilim yazıları” çok önemlidir. Afrika’da keşfedilen, iki ayağının üstünde yürüyen ilk insanlardan biri olan Lucy’nin milyonlarca yıl yaşında olduğunu bilen birine birkaç bin sene önceki Adem’in kemiğinden türeyen Havva’ya ikna etmek zordur…
Popüler bilim yazıları doğal olarak bilim insanlarınca kaleme alınır. Bizzat bilim yapmayan ama bilimsel bilgilere meraklı insanlar da yayınlanmış bilgileri derleyip halka yönelik yayınlar yapabilir. Ancak bilimsel yayınların jargonu öyle ağırdır ki bizzat içinde olmayan için okuyup anlaması da tercüme etmesi de güç olabilir. Ayrıca her bilimsel yayın geçerli bilgiyi içermiyor olabilir. Zamanın ve farklı değerlendirmelerin çemberinden geçmemiş bilgiler eleştirel okuma yapma yetisi olmayan sıradan okuyucuyu yanıltabilir. O nedenle popüler bilim yayınının bizzat o konuda çalışan bilim insanları tarafından yapılması en doğrusudur.
Ancak bu konuda önemli bir sorun vardır. Bilimsel çalışmalarla boğuşan birinin, bir önceki yazımda da anlattığım gibi, bir yandan bilgiyi üretmek bir yandan da bunu yayınlamak için uğraşırken bir de bunu halka yönelik yazıya dökmesi olağan üstü zordur. Ayrıca bilimsel jargonla konuşmaya ve yazmaya alışkın olanların bunu gündelik dile dönüştürebilmeleri bambaşka bir zorluktur. Üstüne üstlük asıl işi bu olmayan birinin kendine böyle bir misyon biçmesi de zordur. Bir de son nokta olarak bunu yapmaya heveslense de anlatmak yapmaktan farklı bir beceridir.
Bütün bu zorlukların sonucunda ortaya çıkan durum, popüler bilim yazarlığının çok kısıtlı oluşu, o nedenle de toplumun büyük kısmının bilimsel gelişmelerden haberinin olmayışıdır. Falanca kişi Nobel almış cinsinden gazete haberleriyle bilimsel gelişmeleri izlemek mümkün olmamaktadır.
Ancak az da olsa bu işin de sevdalıları vardır. Örneğin Carl Sagan çok ünlü bir uzay bilimcidir ve hem yazdığı kitaplarla hem de “Cosmos” adıyla yaptığı televizyon şovuyla uzay bilimindeki gelişmeleri topluma aktarma işinin başlatıcısı ve çok üstün bir uygulayıcısıdır. Bu çok eski şovları şimdilerde bile izlemek gerekir. Onun başlattığı yolda ilerleyen Neil DeGrasse Tyson hâlâ aynı biçimde uzay bilim çalışmalarını halka ulaştırmayı ve güncel keşifleri aktarmayı sürdürmektedir vs…
Mesleğimi aktif olarak sürdürürken kendi alanım dışındaki popüler bilim yazılarını da okumaktan çok zevk alırdım. Toz bilimini böyle öğrendiğimden bahsetmiştim. Yoğun iş temposundan emekli olunca aynı misyonu ben de üstlendim. Mesleğim gereği en iyi bildiğim organ olan beyin hakkında hem kendi bildiklerimi hem de başka uzmanların bilgilerini derleyip hikâyeleştirerek halka ulaştırmaya çalışıyorum. Bu kapsamda 3 Türkçe 1 de İngilizce kitap yayınladım. Sonrası da yolda.
Yukarıdaki paragrafın amacı reklam yapmak değil. Kitaplarım okunsun, dolayısıyla anlattıklarım daha çok kişiye erişsin istediğim için reklam yapmamın hiçbir sakıncası da yok ama bu yazıda bahsetme gerekçem konuya içerden (!) vâkıf olduğumu söylemek için.
Buraya kadar “popüler bilim yayını” yapmanın gereğini anlatmaya çalıştım. (“Popüler” lafını sulandırılmış anlamıyla değil “halka yönelik” anlamıyla kullandığımı da vurgulamalıyım) Biraz da popüler bilim yayınlarının sakıncalarından söz edeyim.
Bu alan istismara çok açıktır. Yanlış anlaşılmasın diye kendi üstümden bir örnek vereyim. Diyelim ki ben televizyona çıktım ya da YouTube kanalı kurdum ve bir şeyler anlatmaya başladım. Beni ilk kez görenler bu da kim böyle diye anlattıklarıma kuşkuyla yaklaşacaklardır. Hele herkesçe bilinen ya da inanılan şeylerin tersine bir şeyler söylüyorsam. Bu çok doğaldır:
-İnsan beyni, yabancıya ve sıra dışı olana kuşkuyla yaklaşır. Yaban olandan kuşkulanmak beynimize kodlanmış en temel “korunma ve hayatta kalma” mekanizmasının bir parçasıdır.
Ancak, diyelim ki beni bir nedenle tanıyorsunuz. Üstelik de anlattıklarım size hiç de yabancı gelen şeyler değil. O zaman bana inanmamız kolaylaşır. Söylediklerimden duyduğunuz kuşku azalır. Bu da çok normaldir:
-İnsan beyni alışıldık olandan, olağan olandan kuşku duymaz. Bu da beynin düzgün çalışabilmek için geliştirdiği “genelleme yaparak ayrıntıda boğulmama” mekanizmasının bir parçasıdır: Tanıdık bildik olan zararsızdır, kuşkulanmadan geçebilirsin…
Bu iki olasılıktan birincisinde benim sizi bilmediğiniz bir şeye ikna etmem neredeyse olanaksızken, ikincisinde hiç zorluk çekmem; sizi gerçeğe de gerçek olmayana da inandırabilirim. İyi de ya bir şarlatansam? (Beyin salaktır deme noktalarımdan biri de budur. Çünkü bu genelleme alışkanlığı yüzünden çok yanılır. Çok ünlü bir profesörün uyanık bir dolandırıcıya ömrü boyunca kazandığı parayı kaptırması bu nedenledir. Çünkü dolandırıcı usta bir oyunculukla akıllı hocanın salak beynini “Emniyet Müdürlüğü” gibi güvenilir bir kurumun temsilcisi olduğuna ikna etmiştir.)
Aynı kapsamda örneklemeye devam edelim. Eğer bir TV kanalında karşılıklı oturup aynı konuda karşı görüşler ileri sürsek, halk benim söylediğime mi yoksa Dr. Mehmet Öz’ün söylediğine mi inanır? Elbette doğal olarak Dr. Sütlaş değil Dr. Öz taraftar toplar. Peki ya Dr. Öz yanılıyor ya da kasten yanıltıyorsa? (Lütfen örnek verdim diye o yanlış ve ben doğruyum demişim gibi anlamayın. O çok ünlü bense kamuoyunda tanınmayan biriyim diye bu örneği seçtim.)
Demek istediğimi tekrarlayayım. Bilgi alıcısı olarak bizlerin beyinsel zaaflarımız olduğu için bilgi sunucusu olanların kurbanı olmamız sanıldığında da kolaydır. Hele karşı taraf iyi niyetli değilse hiç şansımız yok.
Şimdi moda oldu, televizyon kanalları, Youtube, X, Y, Z ya da adı her ne ise, her türlü ortam uzman dolu. Eline bir mikrofon ya da telefon alan açıklama üstüne açıklama yapıyor. Açıklamaya aklı yatan da hemen paylaşıveriyor. Böylece bir yandan her şeyin kitaptan öğrenildiği eski günlere kıyasla bilgi halka çok kolay ulaşırken diğer yandan da bilimle alakası olmayan birçok şey de gerçek bilginin yerine geçiyor. Çünkü doğru daha ayakkabısını bağlamakla uğraşırken yanlış dünya turunu tamamlarmış…
Tekrar ediyorum: Bu zengin olduğu kadar da sapkın bilgilenme çağının nedeni insan aklının çalışma biçimi ya da benim deyişimle salaklığıdır.
Yine gene yineliyorum: Beynimiz olağan, sıradan ve tanıdık (bizden) olana güvenen, sıra dışı ve yabancı olandan (ötekinden) sakınan bir işletim sistemine sahiptir.
Bilimse tersine kuşku üzerine inşa edilir ve öyle gelişir. Ancak bilim insanları bilgilerini halka eriştirmekte hem gönülsüz hem de beceriksizdir. Tacirler ve onların iş birlikçisi olan şarlatanlar ise hevesli, atak ve beceriklidir. Bu da popüler bilim yayıncılığının en büyük açmazıdır. İşte o yüzden halk sadece paradan yana değil bilgiden yana da alabildiğine yoksulken, şarlatanlar kaymak gibi pürüzsüz bir hayat sürmektedir.
Felsefe Profesörü Nermi Uygur, keşfettiği ya da keşfettiğini sandığı şeyi bilim ortamına değil halka sunana, niyetinden bağımsız olarak şarlatan denir diye tanımlar. Bu tanımın niyetten bile bağımsız olması önemlidir. Çünkü iyi niyet de kötü sonuçlar verebilir. Zaten buluşuna ve keşfine güvenen de tribünlere oynamaz, doğru adrese yönelir.
Böyle bir karmaşık düzende konuya halk tarafından bakınca tek bir çıkış yolu vardır. Bilimin ve bilim insanı olmanın kriterlerini öğrenip, kendisine bilgi aktaranların kimliğini o süzgeçten geçirmeyi öğrenmek. Bu zordur ama teknoloji çağında hiç de imkânsız değil.
Doğru bilgiye erişmek için, inanan değil kuşkulanan olmaktan başka çıkar yol yok. Kuşkuyu da yabancı olandan çok bizimkine (!) yöneltmekten başka bir çıkış yolu da yok.
Hadi ben de çözüm için kendimce bir ipucu vereyim:
Her kim ki bu işi “bir tek ben” bilirim ya da “en iyi ben” bilirim diyorsa o bir şarlatandır. Şüpheniz olmasın. Gerçek bilim insanı hem mütevazidir hem de iddia etmez. Çünkü kendi bildiğinden de kuşku duyacak kadar eğitimlidir.
Ünlü tiyatro kuramcısı Bertolt Brecht ne demişti:
“Kuşkuyla bakın en olağana bile …”
İlgili yazı: