Ben okulluyken alışveriş bugünkünden çok farklıydı. Örneğin düğme alacaksan tuhafiye, bardak alacaksan zücaciye, defter alacaksan kırtasiye, kumaş alacaksan manifatura dükkânına giderdin.
Süpürge alacaksan hırdavatçıya, perde alacaksan mefruşata, çivi alacaksan nalbura gitmen gerekirdi. Bütün dükkânlar minik ve sıkış tıkış olurdu. Öyle reyon reyon, kat kat, ferah feza dükkânlar henüz icat olmamıştı. Ancak Türkmen vardı.
Türkmen Kadıköy Çarşısında iki katlı bir mağazaydı (yoksa 3 müydü?) Asıl işi okul kıyafetiydi. O zamanlar ortaokul ve liseler öğrencilerinin nasıl giyineceğini baştan belirlerdi.
Okullar açılırken kırtasiyeler gibi ayakkabıcılar da terziler de bayram ederdi. Birçok giysi mağazası da okulların açılmasını dört gözle bekler, vitrinlerini sadece okul formalarına ayırırdı. Türkmen bu konuda bir numaraydı.
Fiyatları diğerlerinden daha yüksek olmasına rağmen Türkmen’in çok başarılı oluşunda sanırım birkaç faktör vardı. Örneğin ilkokul çocuklarının üzerinde beyaz bir boyun parçası olan simsiyah tek tip bir giysi giymesi zorunluydu da biz o zamanlar bunun görüntüde de olsa sosyal eşitliği sağlamaya çalışan komünist bir uygulama olduğundan da, tek tip giyinmenin tek tip düşünce biçimi üretimine katkısından da, siyah giysinin iç karartıcı psikolojik etkisinden de haberimiz yoktu. Bu önlük ve yaka ikilisini her kıyafet dükkânı satardı. Ancak bu sıradanlıktan hoşlanmayanlar için Türkmen’de birazcık farklı modeller bulunabilirdi.
Ayrıca sıradan dükkânlarda iri ya da minik çocuklar için uygun beden bulamazdınız ama Türkmen’de olurdu. Eğer yoksa da satıcı hemen ilgilenir, önümüzdeki hafta gelecek, derdi. O zamanlar bilmiyordum ama kendi dikiş atölyeleri varmış, böyle ekstra talepleri saptar ve gereken ürünü hazırlarlarmış. Türkmen mallarının daha kaliteli olduğu da genel kabul görürdü.
O zamanlar ortaokul ve lise üniformaları da tek tip gibiydi ama okula göre biraz değişirdi. Aslında giysiler birbirine çok benzerdi çünkü gösterişli modeller ve dikkat çeken renkler kullanıl(a)mazdı. Kızlarda etek ya da jile ile gömlek hırka, erkeklerde pantolon gömlek ve ceket. Lacivert bordo ve beyaz arasında kombinler yapılarak sözüm ona fark yaratılırdı. O yüzden giysi dükkânlarının işi kolaydı. Ancak gene de her bedenden her modeli her dükkân bulunduramazdı. Bütçesi yetmediği için en çok satılacağını düşündükleri ortalama ürünleri bulundururlardı. Bir çocuğun kıyafetini tamamlamak için dükkân dükkân dolanmak, eteği oradan, gömleği buradan denkleştirmek gerekirdi. O yüzden forma işinde de parsayı Türkmen toplardı çünkü her beden her çeşit orda olurdu. İstediğini bulamamışsa bile haftaya gelecek cevabı ile veliler rahatlardı.
Velileri asıl rahatlatansa Türkmen’in taksit yapmasıydı. Kredi kartının olmadığı, senet sepet işlerinin pek yaygın olmadığı o günlerde (60’lar ve 70’ler) taksiti nasıl bir yöntemle yapardı pek bilemiyorum ama sanırım mahalleden olmak üzerinden işleyen bir sistem vardı.
Kadıköylü pek çok kişinin Türkmen’de taksitli hesabının olduğunu ve aylıklarını alınca “taksit yatırmaya” gittiklerini hatırlıyorum. Taksitli satış bence Türkmen’i asıl öne çıkaran faktördü.
Türkmen sadece okul giysisi satmıyordu. Kadın, erkek ve çocuk giyimi için tepeden tırnağa pek çok şey satıyordu. Bir diğer önemli satış kalemi de sünnet kıyafetleriydi. Kadıköy’de sünnet olup lameli doreli, simli satenli prens takımı Türkmen’den alınmamış çocuk azdır.
Türkmen bir terzi dükkânında siyah önlük dikerek işe başlamış, zamanın ruhunu önden yakalamış bir mağaza. Ancak sonra ne olmuş bilmem, yerinde saymış. Öncülük ettiği konularda ilerleyememiş, ardılları kendisine yetişip geçmiş. Geçenlerde hâlâ yaşıyor mudur diye merak edip bakınca internet sitesine ulaştım. Çağı yakalayamadığının en iyi göstergesi web sayfasının güdüklüğü. Sonra Google haritasında fotoğrafına baktım, aynı binada aynı yerde duruyor ama hiç de eskiden olduğu gibi gösterişli değil, tersine sanki arada sıkışıp kalmış gibi görünüyor, belli ki artık özel bir yer değil. Hatta AVM cenneti düşünülürse artık hiçbir şey değil.
Yaşlanmak böyle bir şey. Koşmayı beceremez olunca ister istemez yarışın arkasına düşüyorsun. Ben de yaşlandıkça eskileri hatırlıyor, ömrüne tanıklık etmiş olduklarımı başkalarıyla kıyaslıyorum. Kadıköy’ün önemli markalarından biri olan Türkmen, 1947’de kurulmuş bir öncü. Ta 1777’de kurulan Hacı Bekir Şekercisi, 1800’lerin ortasında kurulduğu söylenen Beyaz Fırın, 1923’de kurulan Baylan Pastanesi aslen karşı yaka kökenliler ama bir asırdır Kadıköy şubeleri de olduğu için onlar da Kadıköy markası sayılan gerçek birer öncüler. Kadıköy dar bir örnekleme ama bu kadar eski ama bugüne kadar yaşamayı becermiş bu gibi firmaların hiçbirinin kurumsallaşamamış olması, ülke ekonomisi ile mi, bu toprağın insanlarının psikolojisi ile mi, yoksa toplumsal değer yargıları ile mi ilgilidir bilemiyorum.
İster adı Türkmen olsun, ister kökü Türklerden daha girişimci olan azınlıklara dayansın, nedeni her ne ise, markalaşmanın ve hak ettiği biçimde büyüyerek kurumsallaşmanın bizden ırak olduğu bir gerçek. Çünkü ister Kadıköy’ü konuşalım ister İstanbul’u, isterse de bütün Türkiye’yi, dünya çapında şirket/markalar çıkaramayışımızda temel bir sorun olmalı.
Bakmayın siz kahveyle, lokumla falan övünmemize; dünya çapında kurumsallaşmış markalarımız yok işte. Bunun sadece ekonomik gerekçelerle olmadığını, mutlaka sosyolojik ve psikolojik bir arka planı olduğunu sanıyorum.
Sanmak da bir şey demek değil elbette. Doğru dürüst analizler yapılması lazım, yapılıyordur da umarım. Ben sadece gözlediklerimi genelliyor, niye dünya çapında markalaşamıyoruz sorusuna ekonomiden zırnık anlamayan beynimle cevap arıyorum.
Örneğin kumaş üretimimiz, nazenin Bursa ipeğinden ketenle güreşir Hatay ipeğine, Nazilli basmasından Denizli pamuklusuna kadar hangisini saysan bir harika. Tekstil desen sadece Merter atölyelerini anmak yeter. Modacı desen İpekçi’yle başlarsın da saymakla bitmez.
Öyleyse Türk-men olmasın da feministinden bir Türk-kız olsun, hadi adı Türklü de olmasın da Gül-kız olsun, adı her ne olursa olsun, dünya çapında bir giysi markamız/şirketimiz niye yok?
Giysi sadece bir örnek. Ürettiğimiz ya da üretebileceğimiz kalem kalem mallar neden kalıcı markalar olamıyor? Girişimcilikse yok sayılmaz, az desek de var. En azından azınlıklarda var. Asıl itici güç kapitale düşkünlükse, işte o en bol bulamacından var. Hani sorun emperyal geçmişse, ehh çok şükür (!) o deneyim de var.
Eeee, ne yok?
calisal01@yahoo.com