Kapitalist ülkelerin hemen hepsinde bağış işinin organize edilmiş durumda olduğunu ve çoğunlukla satış dükkânları aracılığıyla sürdürüldüğünü anlatmıştım. İhtiyacı olanların buralardan çok ucuza alışveriş ederek geçimlerine önemli katkılar sağlandığını da.
Şimdi ise ilintili başka şeylerden söz ederek konuyu bambaşka yerlere taşımaya niyetliyim. İlk sözünü edeceğim şey yeterince hatta yeterinden çok parası olduğu halde ucuzun peşinde olanlar. Çünkü bu tür dükkânlara dadanmış böyle birinin, çok pahalı marka bir ürün bulup, o markayı tanımadığı için çok ucuza satışa koyan satıcı ile nasıl pazarlık ederek daha da ucuza, yok pahasına aldığını şehvetle anlatışını dinlerken aklım çok karıştı. “Zaten çok ucuzmuş. niye daha fazla ucuzlatmaya çalıştın ki” demem karşı taraf için bir şey ifade etmedi.
Bir malı en ucuza alma isteği kimde yok ki. Ancak sadece ucuzu aramaya sınırlı değil bu istek, bazen satıcıyı kandırarak yok pahasına alma isteğini de içinde barındırıyor. Benim uzun ömrüm bunun örneklerine tanık olmakla geçti ama sizin de tanıklığınız çoktur diye daha fazla örneklemek istemiyorum bu ilkel güdüyü.
Amerika’da sıradan ama büyük hacimli mağazaların sattıkları ürünlerin üstünde yapışkanlı minik fiyat etiketleri var. Ancak bu minicik etiketler benim daha önceden gördüklerimden biraz farklı. Üzerleri kesikli. O yüzden sökmeye kalktığınızda bir bütün olarak çıkmıyor da parçalanıyor. Meğerse bir etiketi söküp diğerinin üzerine yapıştırarak, zaten çok ucuz olan malı daha da ucuza almak isteyen uyanıklar yüzünden geliştirilmiş bu bölümlenmiş etiketler.
Kendi ülkemde yaşarken, yani eskilerden bir gün sohbet etmekte olduğum biri, çöpçü (aslında işçi demek istiyordu) maaşının memur maaşından yüksek olmasından yakınıyordu. Memurla işçi arasındaki eğitim farkını küçümsediğimden değil, onun dediği gibi işçilerin memurlardan daha çok kazandığı doğru olduğundan da değil, en pis işlerden birini yapmak zorunda kalan çöpçülere saygımdan dolayı savunmaya geçmiştim ki “onlar çöplerden ne paralar, altınlar, ganimetler buluyorlar” diye lafı ağzıma tıktı. Bu saldırı karşısında ağzım açık kaldığı için “git sen de çöpçülük yap da altınlar paralar içinde yüz öyleyse” demeyi akıl edemedim. O gün bugündür define avcılığı üzerine de düşünüp duruyorum.
Sosyal medyada değişik ülkelerde yapılmış psikososyolojik bir çalışmadan söz ediliyordu bir ara. İçinde bir miktar para olan cüzdanlar sokağa bırakılmış. Sahibinin adı ve adresi de bulunuyormuş cüzdanlarda. Hangi ülke insanının yüzden kaçının bulduğu cüzdanı sahibine ilettiğinin hesabı çıkarılmış. Bazı ülkeler başı çekerken, ülkemiz yerlerde sürünüyordu. Sosyal medyada yayınlanan şeylere inanmak doğru olmaz. O yüzden sahiden böyle bir çalışma yapılmış mıdır bile emin değilim. Ancak ülkemizle ilintilendirilen sonuca inanmaya eğilimliyim.
Küba’ya gezmeye giden Amerikalı bir Türk hanım çantasını bir dükkânda unuttuğunu birkaç saat sonra fark etmiş. Bunu duyan tur rehberi derhal o dükkâna geri gitmiş ve çantayla dönmüş ki parası dâhil her şey yerli yerindeymiş. İsveç’te yaşayan bir Türk kadın, sabah işe giderken her zaman geçtiği evinin iki sokak yukarısında yolda karların üzerinde bir cüzdan görmüş. Şaşırarak fark etmiş ki kendi cüzdanı. Gece çok geç vakit içkili halde eve dönerken düşürmüş olmalı. Karların ortasında pırıl pırıl parlayan cüzdanına onca zaman kimse el sürmemiş. Güney Kore’ye master yapmaya giden bir Türk kızı toplu taşımadan çantasını unutarak inmiş. Akşam okul dünüşü kayıp bürosundan el değmemiş vaziyette almış. Bütün bu hikâyelerin paydası, parasına dokunulmayanların Türk kadınları oluşu değil. Onların bu hikâyeleri anlatmaya değer bulmaları. Buna benzer hikayelerin “ooo, bizde olsaydı …” diye bitmesi…
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz.” “Bal tutan parmağını yalar.” “Yemeyenin malını yerler.” “Yemek bulursan ye dayak bulursan kaç.” “Herif öyle salak ki resmen gel beni dolandır diyor.” “Salak kadın sattığı malın değerini bilmiyorsa suç bende mi” gibisinden nice vecizemiz var. Avrupa ülkelerindeki parayla çalışan makineleri parayı taklit eden başka nesnelerle çalıştırma becerisiyle övünen bir alt kültürümüz var…
Kültürü şekillendiren dil, davranışı şekillendirense ahlak. Ahlakımıza dil uzatılınca dikenlerimiz çıkıyor. Her halkın içinden üç beş ahlaksız vicdansız çıkar, bunun için bütün toplum etiketlenebilir mi? Elbette etiketlenemez. Öyleyse?
Bu depremde de gördük ki bazı insanlarımız gerçek birer kahraman. Kendi çıkarlarından tümden vazgeçmiş, yemeden içmeden, uyumadan dinlenmeden, var güçleri ile yardıma ihtiyacı olanlar için savaşıyorlar. Çok kaba bir yaklaşımla bu kahramanların oranı toplumun yüzde kaçıdır? Ben diyeyim binde biri, siz deyin ki yüzde beşidir. Değerlendirmelerimiz çok farklı olsa da kahramanların küçük bir azınlık olduğu ortak kabulümüz olacaktır.
Yine bu depremde de gördüğümüz üzere bazı insanlarımız da arsız/hırsız, sadece kendi çıkarını düşünen talancılar. Fırsattan istifade küçük ya da büyük oranda malı götürüyor, en azından götürmek için var güçleri ile çalışıyorlar. Bunların da bütünü temsil edemeyecek kadar küçük bir azınlık olduğu konusunda sanırım anlaşırız.
Satıcıyı dolandırmayı marifet bilen ya da elde dedektör hazine bulmaya çalışan definecilerin hangi güdüyle hareket etiklerini irdelemeyi de geçelim çünkü onlar da çoğunluktan sayılmaz. (Sayılmaz mı sahiden?)
Şimdi gelin bu uçları bir yana bırakıp çoğunluğu oluşturan kendimizden söz edelim. Diyelim ki bir lokantada yemek yedik de garson bir şeyi eksik yazmış. Tıpkı fazla yazdığında yaptığımızı yapıp itiraz mı ederiz yoksa görmezden mi geliriz? Diyelim ki yolda para bulduk, vermek için sahibini mi ararız yoksa aldığımı gören olmasın diye etrafımızı mı kollarız?
Diyelim ki salgın çıktı ve devlet mağdur olanlara kira yardımı yaptı. Oysa bizim işimiz gücümüz pek bozulmadı. Otomatik olarak bize de yapılmış olan bu kira yardımını iade eder miyiz? Yatalak birine bakmak için işinden olana bağlanan maaşa başvuranların gerçekten ihtiyacı olanları hangi oranda, cüzdan durumu pek de iyi olduğu halde hak verilmiş niye kaçırayım ki diyenlerin oranı ne kadar? Ortalama insanın bu ve benzer davranışlarına ne ad vermek lazım. Ben “pasif hırsızlık” diyorum. Adına ne derseniz deyin fırsat ayağına gelince kaçırmayanların, “bu yaptığım adil mi” diye düşünmeyenlerin hiç de yabana atılır miktarda olmadığına dikkatinizi çekerim.
Aktif olarak hırsızlık yapmak beceri ister. Hele küçük hırsızsan çok çalışman gerekir. Öyle kolay iş değildir hırsız olmak. Üstelik çok da tehlikelidir, her an canını alabilirler. Talan da aynı biçimde. Her ikisi de deyim yerindeyse paça ister. Kolayını bulunca fırsatı kaçırmadığımıza göre çoğumuzu engelleyen belki de bu işlerin zorluğudur. Oysa kahramanı alkışlamak kolaydır. Talancıyı dövmek kolaydır. Hırsızı öldürmek de öyle…
Çok ağır kaçtı ama bu, diyenlerimiz için soruyorum. Peki, bire aldığı malı bine satanın vicdanı sızlar mı? Yok canııım o ticarettir ve ticaret mübahtır. Peki, değeri çok yükseldi ama eski kiracım çıkmıyor diye çakma satış yapıp yeni kiracıya on katına kiraya veren suçlanır mı? Yok canııım, o da yatırımcı hakkıdır, enflasyonun kabahati onun mu? Ölmüş eşeği boyayıp anasına satmaya kalkan ayıplanır mı? “Tam da tüccar işte” diye ayıplanır gibi yapılıp aslen pohpohlanır. Çünkü bizim kültürümüzde iş bilenin kılıç kuşananındır, denir. Benim memurum işini bilir, denir, çarıklı zekası denilerek kurnaz dolandırıcılar çaktırmadan övülür.
Hadi hadi bunları da geçelim şimdi. Biz bunlardan biri de değiliz de, ama, ama soru baki. Çoğunluğumuzun vicdan adını taktiğimiz adalet terazisinden ne haber?
Deprem hepimizi tam yüreğimizden vurunca insanlık spektrumunun hırsız ve de kahraman olmayan sıradan insanları olarak hepimiz “ben ne yapabilirim” diye düşünmeye başladık. Malımızdan, paramızdan, enerjimizden, zamanımızdan kıyabildiğimiz kadarını paylaşmaya gönüllü olduk. Bu kapsamda hepimiz birer kahraman sayılırız.
Benzer deprem deneyimleri olanlar daha kolay yardıma koştular. Sizi en iyi biz anlarız, diyen Adapazarlılar gibi. Bir gün bana da aynısı olabilir, diyecek kadar empati gösterebilenler daha kolay yardıma koştular, İstanbul’da her an deprem bekleyenler gibi. Zorda kalana yardım etmek sevaptır, yaptığımı mutlaka Allah görür, diye düşünenler daha kolay yardıma koştular. Gerçek dindar olanlar gibi. Sonuç olarak Tanrı’nın yaptıklarını görüp, sevap hanesine yazacağını düşünenlerimiz ile kulların görüp bizi sevgi hanesine yazacağını düşünenlerimizin yanı sıra “ya bana da olursa” diye düşünenlerimiz yardımseverlerin çoğunluğunu oluşturdu. Diğerlerimiz de kendi uykularımızı huzura kavuşturmak adına depremzedelere el uzattık. Bencilliğimize eleştiri değil bu saptamalar. Keşke bencilliğimiz hep böyle işe yarayacak bir amaca yönelse.
Ancak, gözden kaçırdığımız bir nokta var. Kahramanlarımız da soyguncularımız da bizdenler ve bizim gibi benciller. Uçlarımızla ortalamamız arasındaki fark nitelikte değil sadece nicelikte. Yoksa niye bizim memleketimizde düşen cüzdanların yüzde doksan dokuzu sahibine erişmiyor?
Sürekli olarak kendimize soracağımız soru bellidir. Ne kadar ahlak sahibiyiz? Daha somut soralım, biz ne kadar doğru dürüstüz?
Mesela cahil müteahhit diyoruz, biz okulluyuz da ne kadar uzağız cehaletten? Hangimiz okulda öğretilmeye çalışılanları öğrenmek yerine kopya çekmeyi seçti mesela? Hangimiz mesleğinin tam ehli oldu da yanlış işlere imza atmadı? Hangimiz okulda öğretilmeyen ama çok gerekli olan bilgileri edinmek yerine vaktini dizi izlemekle ya da oyun adı altında kumar oynamakla tüketiyor acaba?
Hangimiz yanlış olduğunu bildiklerini doğruya yöneltmek için çabalayacağına “bana ne ondan bundan” demeyi marifet biliyor acaba?
Hangimiz daha iyi bir dünya için çaba göstereceğine, toplumsal düzenin yanlışlarını anlatmaya çalışanları dinleme sabrı bile göstermeden “bırak şimdi politikayı” diye lafı ağzına tıkmıyor?
Hangimiz kendi keyfinden feragat edip de keyfi kaçmış birini eğlendirmek için herhangi bir şey yapıyor?
Bunları yapan kahramanlarımıza alkışımız bol elbette. Suriyeliler geldi de ülkemiz böyle oldu demek ucuz iş, üstelik de nefret suçu, bizzat insanlık suçu. Sınırın kuzeyinde ya da güneyinde doğmak kimseyi daha iyi ya da daha kötü yapmıyor. İyisiyle kötüsüyle insanız işte. Hamurumuz tıpa tıp aynı. Türk’ün, Kürt’ün, Alman’ın Japon’un farkı yaşadıkları toplumsal düzende… Peki, senle ben, biz bu insanlık yelpazesinin neresindeyiz?
Büyük felaketler karşısında yardımsever olmak kolay. Hırsızları eleştirmek, talancıları yakalayıp dövmek kolay. Çuvaldızı kendine batırmaksa zor zanaat. Bu deprem o kadar büyük ve oluşturduğu yangının alazı öylesine tenimizi yaladı ki bu kadar acı belki de kendimizi ıslah etmemize de aracı olabilir diye heveslenmemek mümkün değil.
Deprem sadece bugün değil ki her gün. Nefes aldığımız her gün, kendi ahlakımızı ne kadar düzeltebilirsek o kadar insanlaşacağız. Başkalarını küçümseyip kendimizi bir halt sanmaktan vazgeçtiğimiz oranda, başkaları için canımız yandığı oranda, kendimiz için istediklerimizin benzerini başkaları için de isteyebildiğimiz oranda insanlaşacağız. Normal günlerde başkasının payına el uzatmadığımızda insanlaşacağız, sadaka dağıttığımızda değil.
Başkasına ahlaksız yaftası yapıştırmak ne kolay iş…