Küçükken en değer verdiğim nesne sanırım plak çalardı. En net anımsadığım plaklar ise, Ruhi Su’nunkilerdi.
Almanya Acı Vatan’ın kapak tasarımı hâlâ gözümün önünde. ‘Hayali Gönlümde’ parçasını ilk kez o zamanlar dinlemiştim. Bir de ansiklopediler ve kitaplar, ama en çok ansiklopediler. Hobimdi benim ansiklopedi okumak o yaşlarda, halen de öyle. Ansiklopediler ve kitaplar çoğunlukla duruyor evde. Plak çaları ise çoktan attık. Plaklar da arada kayboldu. Kim bilir ne oldu onlara… Sonra Darüşşafaka yılları gelir. Ortaokul yıllarında en değer verdiğim nesne, önce bir flüt sonra bir mandolindi. Bunlar da hâlâ bende. Lise yıllarında ise, “nesneler geçici, özneler kalıcı” diyordum belki de… Hoş, öznelerin de çok azı kalıcı oldu. O dönemin oyuncularından kaçıyla görüşüyoruz şimdi, çok azıyla…
5 yıllık ömrüm kalmış
Geçenlerde doktora gittim, 5 yıllık ömrüm kaldığını söyledi. En azından bu hayatın ne zaman son bulacağını bilmek güzel bir duygu gibi geldi bana. Hayatla barışığım, ölümle de. Yarın gelse yine kabulüm, “hoş geldi sefa geldi”. “Şunu da yapsaydım” dediğim bir şey yok. “Ama bu çok fazla bir süre” dedim doktor hanıma, “5 yıl beklemekten insan sıkılır.” Sonumuz belliydi zaten, erken gelse de olur geç gelse de… “Bu son 5 yılda, yapmadığım neler yaparım?”, kafamda oluşmuyor bile. Şimdi nasıl yaşıyorsam öyle yaşarım. Ama sonunun geleceğini bilerek yaşamak biraz farklı bir psikoloji olmalı. En azından insanlarla vedalaşabileceğim, öyle pat diye gitmeyeceğim. Doktor hanım, 50 yıllık ömrüm kaldığını söylese de çok fark eder miydi? Hiç sanmam…
Bir zarfta 5 milyon dolarlık bir çek yazılmış adıma
5 milyon dolar? Ne yapılır ki bu kadar parayla? Benim sayısal düşünme kapasitemi aşan bir rakam. Önce Darüşşafaka ve Boğaziçi’ne yakın bir eve taşınırdım. Bir kültür merkezi, bir kitap kafe, bir de yayınevi açardım. Herhalde bu para üniversite kurmaya yetmez. Belki Özgür Üniversite benzeri bir okul açardım. Bir gazete kurardım. Televizyon kanalı açmaya sanırım para yetmez. Yararlı mobil uygulamalar geliştirecek bir ekip kurardım. Maaşlı çalışmayı bırakır, bu işlerle meşgul olurdum. Aslında bütün bunlar, maddi durumun bizi ne kadar engellediğini gösteriyor. Maddi sıkıntılar olmasaydı, bambaşka insanlar olurduk; ama herhalde kişiliğimiz de ona koşut olarak değişirdi. Bu arada, bir zenginin dediği rakam, 50 milyon dolar. Birinin 50 milyon doları, evi ve arabası varsa gül gibi geçinip gidermiş. Hayalde bile o rakama ulaşamıyoruz. Yazık bize…
Bir süper güç edinmişim, ne ola ki…
Öyle bir süper güç olmalı ki bir yararı olmalı. Yılmadan yorulmadan çalışma süper gücü isterdim. Artık çok yoruluyorum, eski hızımda değilim. Böyle bir süper gücüm olsaydı, aralıksız okur, yazardım. Yazacak neler neler var… Peki yayınlayacak mecra var mı? Bakınız yukarıdaki hayal. 5 milyon dolarla bir yayınevi, bir gazete, yaz yazabildiğin kadar… Ne yazardım? Yayınlanmayacağını düşünerek yazmadığım ne varsa yazardım. Aslında, elindekilerle mutlu olma süper gücü de fena olmazdı.
Öldüm, gittim, geri geldim
Böyle bir “öldüm, gittim, geri geldim” deneyimi yaşamadım ya da henüz yaşamadım. Yaşasaydım, belki farklı bakardım hayata. İnançlı olanların farklı yorumları var elbette. Genel olarak, ışıklı bir ortam gördüğünü söyleyenler oluyor. Bilimsel olarak bunu sinirsel yapımızla açıklama eğilimindeler. Ama işin içine inanç girince farklı oluyor. İsteyen istediği gibi yorumlasın, zaten kesin olarak bilmenin bir yolu yok. Bir yolu yoksa, tartışmak da çok anlamlı değil.
Mükemmel ev
Mükemmel ev, Orta Vietnam’ın güzelim şehri Hoi An’daydı. Vietnamlı bir ressamla evliydim, kendi evimizi inşa etmiştik. İki parçadan oluşuyordu: Ahşap tek katlı salon ve 2 katlı beton yatak odaları. 300 metre kare bir arsa. Bahçeden her tür meyve sebze. Hızlı büyüyordu her şey, tropikal iklim olduğu için. Kumul toprağa sebze-meyve çöpünü atsan kendi kendine bitiyordu. Bahçe sebzelerinden çay ve çorba yapmalar. Fidandan kısa sürede 3 metreye ulaşan papaya ağacı. Kocaman meyveler veren ‘jack’ ağacı (Vietnamcası ‘mit’). 4 yanı yeşil. Arka balkonda alabildiğine tarla manzarası. Kent içinde köy hayatı. Birkaç kilometrede şehir merkezi, birkaç kilometrede alabildiğine kumsal. 30 kilometrede ülkenin üçüncü büyük kenti Danang. En üretken olduğum zamanlardı onlar. Ama her güzel düş gibi bir sonu oldu. O eve bir gün ulaşamayacağımı biliyorum, ama unutamıyorum. Hayatımda hiçbir ev, yerini tutamaz. Mükemmel ev oydu…
Adımın öyküsü
Ben bu adı Ulaş Bardakçı’dan almışım. Utanırım, üzülürüm bu düzenin bir piyonu olursam. Eskice de bir addır bu: Dede Korkut öykülerinde Ulaş oğlu Salur Kazan geçer. Asya’da yaşadığım yıllarda bir ara kısaltarak ‘Uli’ derlerdi bana. Ama dışarıdaki yıllarda adların ne kadar eşsiz olduğunu çok iyi anladım. Batılı bir takma ad almayı reddettim. Oysa Doğu Asyalılar öyle yapıyorlardı. Soyadımı ise takma adım sananlar olmuştur hep. Vietnam’da ‘z’leri ‘r’ diye okuduklarından soyadımı çok kez ‘Gergin’ olarak yazıyorlardı. Bir de karıştırıp bana ‘Barış’ diyenler var. Küçükken Laz bakkal amca, ilk gün bana ‘Barış’ demişti, ikinci gün ‘Savaş’ demişti, adım öyle kalmıştı. Gezgin de kimi zaman Gezer, kimi zaman Sezgin kimi zaman Zengin oldu. Bir de aile içinde ‘Başar’ diyenler var. ‘İsmiyle müsemma’ diyenler oldu benim için, sağ olsunlar. Olmaya çalışıyorum…
ulasbasar@gmail.com