Türkiye’de son yıllarda ifade özgürlüğü davalarında giderek daha sık başvurulan adli kontrol uygulaması, gazeteciler üzerinde fiili bir baskı mekanizmasına dönüşmüş durumda.
Timur Soykan, Murat Ağırel, İsmail Saymaz, Hayri Tunç, Gökhan Kam, Bülent Kılınç, Nevşin Mengü, Zeynep Kuray, Özlem Gürses, Gülistan Dursun, Pınar Gayıp, Serpil Ünal ve Fatih Altaylı gibi çok sayıda gazeteci, son dönemde adli kontrol tedbiri uygulanan isimler arasında yer aldı.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 109’uncu maddesi uyarınca, adli kontrol tutuklamaya alternatif bir koruma tedbiri olarak tanımlanıyor. Ancak hukukçular, uygulamada bu tedbirin “tutuklamayı tamamlayıcı ve hatta zaman zaman ondan daha ağır sonuçlar doğuran” bir işlev gördüğü görüşünde.
Adli kontrol, yasal olarak kişinin kaçma ya da delilleri karartma ihtimaline karşı, tutuklama yerine getirilen yükümlülükler bütünü olarak tanımlanıyor. Ancak CMK’da bu kavrama ilişkin detaylı tanım yapılmazken, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarında adli kontrol; “serbest bırakılma ile tutuklanma arasında etkinliğe sahip bir koruma tedbiri” olarak nitelendiriliyor.
Yasal zeminde adli kontrol kararı verilebilmesi için tutuklama nedenlerinin bulunması gerekiyor. Buna göre kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin bulunması ve kişinin kaçma ya da delil karartma riski taşıması şart koşuluyor. Ancak son yıllarda, hakaret suçları ya da sosyal medya paylaşımları gibi katalog suçlar dışında kalan davalarda da adli kontrol tedbirlerine başvurulduğu görülüyor.
Kanunda öngörülen yükümlülükler arasında belirli aralıklarla karakola imza verme, yurt dışına çıkış yasağı, ev hapsi gibi çeşitli sınırlamalar yer alıyor. Ancak bu uygulamaların, tutuklamadan daha uzun süren bir baskıya dönüştüğü eleştirisi sıkça dile getiriliyor.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) Eş Direktörü Avukat Veysel Ok’a göre, adli kontrol Türkiye’de artık cezai bir yaptırım haline gelmiş durumda.
Adli kontrol kararı verilebilmesi için CMK’ya göre tutuklama şartlarının oluşması gerekirken, uygulamada bu koşulların çoğu zaman göz ardı edildiğine dikkat çeken Ok, özellikle ifade özgürlüğüyle ilgili dosyalarda adli kontrolün artık istisna değil, olağan bir prosedüre dönüştüğünü söylüyor. Ok, uygulamanın geldiği noktayı şöyle özetliyor:
“Eskiden bu kadar yaygın değildi. Şimdi ifade özgürlüğü, politik davalar, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılanlar hakkında otomatik olarak adli kontrol uygulanıyor. Özellikle gazeteciler ya tutuklanıyor ya da adli kontrole tabi tutuluyor. Elimizde net bir rakam olmasa da hakkında soruşturma açılan ve adliyeye giden neredeyse her gazetecinin bir şekilde adli kontrolü var.”
Avukat Ok, bu uygulamanın özellikle ev hapsi, yurtdışı çıkış yasağı gibi yükümlülüklerle gazetecilerin mesleklerini yapmalarını engellediğini ve bunun Anayasa Mahkemesi kararlarına da aykırı olduğunu vurguluyor. Buna rağmen, özellikle gazeteciler ve insan hakları savunucularının sistematik biçimde bu tedbirle karşı karşıya kaldığını belirtiyor:
“Biz aktivist Nurcan Kaya için AYM’ye başvurduk. Mahkeme, adli kontrolün yalnızca tutuklama koşulları varsa uygulanabileceğini, aksi durumda bu tedbirin Anayasa’ya aykırı olduğunu belirtti. Ayrıca insan hakları savunucuları için bu tür sınırlamaların varoluşlarına aykırı olduğunu söyledi. Fakat aynı ihlaller devam ediyor.”
Ok’a göre, adli kontrolün iki temel amacı var: “Biri kişiyi henüz hüküm verilmeden cezalandırmak, diğeri ise toplumda ifade özgürlüğünü bastıracak bir korku iklimi yaratmak.”
“Kişi en başta evine hapsediliyor, mesleğini yapamaz hale getiriliyor. Dava yıllar sürebiliyor. Yani beraat alsa bile hayatının en verimli yıllarını bu sınırlamalarla geçirmiş oluyor” diyen Ok, basit bir sosyal medya paylaşımının, bir toplantıya katılmak ya da bir siyasetçiye yönelik eleştirinin bile bu tedbirin gerekçesi olabildiğini vurguluyor.
Cezaevlerinin aşırı doluluğu da bu yaygınlaşmayı etkileyen bir faktör. Ok bu durumu şöyle açıklıyor:
“Şu anda Türkiye’de cezaevlerinde 400 binden fazla insan var. Ama yüz binlerce insan da adli kontrol hükümleriyle bir şekilde cezaevi koşullarını ya evinde ya şehrinde yaşıyor. Tutuklayamadıklarını kontrollü bir şekilde serbest bırakıyorlar. Adli kontrol bir tedbir olmaktan çıkıp bir cezaya dönüşmüş vaziyette.”
DW Türkçe’ye konuşan Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu da benzer endişeleri paylaşıyor:
“Gazetecilere son yıllarda yaygınlıkla uygulanan adli kontrol açıkça haber verme hakkını hiçe sayan, yurttaşın da habere erişim hakkını umursamayan bir pratiğe kavuştu.”
Önderoğlu, adli kontrolün sadece ağır dosyalarda başvurulması gereken istisnai bir araç olduğunu, ancak Türkiye’de çok basit dosyalarda dahi bu uygulamaya gidildiğini belirtiyor:
“Türkiye’de çok basit bir hakaret dosyası veya bir sosyal medya paylaşımı dahil sizi seyahat hakkınızdan edebiliyor.”
Karikatürist Musa Kart’ın hâlâ yurtdışı yasağı altında tutulduğunu, Kadri Gürsel gibi birçok gazetecinin yıllarca bu tedbirle karşı karşıya kaldığını hatırlatan Önderoğlu, son dönemde İsmail Saymaz, Özlem Gürses, Timur Soykan ve Murat Ağırel gibi kamuoyu önündeki birçok gazetecinin de benzer şekilde hedef alındığını aktarıyor.
Önderoğlu, “Bu hukuksuz pratik, iktidar odaklarının gözüne kestirdiği eleştirel gazetecilerin taciz edilmesi veya caydırılması gibi peşinen cezalandırıcı bir zemine de hizmet ediyor” diyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler’in 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke arasında 165’inci sırada yer aldı. Türkiye Gazeteciler Sendikası’na göre ise Mart sonu itibariyle 18 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde. Bu tablo, sadece tutuklu gazetecilerle değil, adli kontrol gibi baskı mekanizmalarıyla da basın özgürlüğünün sistematik biçimde sınırlandırıldığını ortaya koyuyor.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: