Eylül ayının bazı ülke için anlamı derindir…
Ruslar için 1 Eylül okula yeni başlayanların günüdür, o gün hafta sonu tatiline denk gelse bile okula yeni başlayacak çocuklar sevinçle formalarını giyip okul törenlerine katılır.
Bizde diğer bir adı “sarı yaz” olan eylül, Rusçada “zolotoy osen”dir yani “altın sonbahar”.
Mevsim itibarıyla yaprakların sararmaya başladığı, yeşilden sarıya geçiş yapan renk kartelasının en güzel tonu olan altın rengine dönüşmesinden almaktadır bu güzel ismi.
Gençliğimizin unutulmaz klasik parçalarından biri olan “Autumn Leaves” şarkısının sözlerinde dediği gibi:
“The falling leaves drift by my window, The autumn leaves of red and gold…” (Düşen yapraklar penceremin yanından sürüklenir, kızıl ve altın sonbahar yaprakları)
Yani çok romantik bir aydır eylül.
Ancak benim için eylül “acı ve hüzün” demektir.
Türkiye’nin yaşamış olduğu o meşum 6-7 Eylül olaylarını öğrendiğimden beri eylül ayının romantikliği yerini acı bir kedere bırakmıştır.
Senelerce üzerine kilit vurulup konuşulması engellenmeye çalışılmış bir tabudur sanki bu olaylar.
Oysa 6-7 Eylül 1955 bir etnik gruba karşı girişilmiş toplu şiddet hareketinin adıdır, yani bir “pogrom”dur (*) o olaylar.
Tarihimiz ne yazık ki bazı gerçekleri yazma konusunda biraz ihmalkârdır. “Yalan yazıyor” demiyorum, tarihte yazılanlar gerçektir ama o tarih her şeyi yazıyor mu? İşte orası biraz şüpheli.
Toplumların tarihi hep şan ve zaferlerle dolu değildir, bazen ağır yenilgiler ve utanç duydukları dönemler de olmuştur, önemli olan zaferlerin yanında acıları da kabullenebilmektir.
Tarihin yeni nesillere aktarılması ve ders çıkarılması gibi bir gerekliliği vardır ama işte o tarih gerçekleri saklamadan bütün çıplaklığı ile aktarılırsa ders alınması daha kolay olur.
İngiltere’ye ilk gidişim 1975 yılında olmuştu, o güne kadar hiçbir tarih kitabında 1915 Ermeni tehciri ile ilgili bir şey okumamıştım, Nisan ayında Londra duvarlarında “Ermeni soykırımı” adı altında Türkiye’yi kötüleyen afişler görmek beni şaşkınlığa düşürmüştü çünkü ülkemdeki birçok vatandaşımız gibi ben de okumamış, duymamıştım.
Benzeri durum 6-7 Eylül olayları için de bir nebze geçerlidir, üzerinde yeterince konuşulmamış, insanların dikkatinden kaçırılmaya çalışılmıştır, oysa 1955 yılı henüz tarih sayfalarına giremeyecek kadar yakın ve bıraktığı acı da çok tazedir.
6-7 Eylül 1955 yılında kökü Kıbrıs olaylarına dayanan ama düzmece bir senaryo ile sanki Selanik’te Atatürk’ün evine saldırı yapılmış gibi haberler yayılmış, sonra da bazı organize milis kuvvetleri ile önceden adresleri tespit edilmiş Rum vatandaşlarımıza saldırılar düzenlenmiş, evlerde ve iş yerlerinde ele gecen her şey talan edilmiştir.
Özel olarak tornalarda hazırlanmış soplar ile insanlar dövülmüş, bazı Rum vatandaşlar hayatını kaybetmiş, genç Rum kızlarına tecavüzler edilmiştir.
Olayların arkasında o dönemin iktidarının da olduğu o kadar bariz ki, bazı karakol civarlarındaki olaylarda, aldıkları talimat ile polisler hiçbir müdahalede bulunmamışlardır.
Oysa o Rum vatandaşların da mallarını, namuslarını korumak, güvenliklerini sağlamak bu devletin göreviydi zira bu devletin hazinesinde o Rum vatandaşların ödediği vergiler de vardı.
1965 yılında İstanbul’da 6-7 Eylül olaylarından bir kısmının yaşandığı Bakırköy semtine taşınmıştık, ev sahibimiz Maria isminde dul bir Rum kadındı. Dünya iyisi bir insandı, sanki o olayları hiç yaşamamış gibi kaderine razı olup burada yaşamaya devam etmişti, aynen mahalle arkadaşım Garbis ve ailesi gibi…
Onların tek tesellisi belki de bu “pogrom” için onay veren yöneticilerin bir süre sonra cezalarını çekmiş olmalarıydı.
Geçmişte yaşanılan ve pişmanlık duyulan bazı olaylar olabilir, bunların toplumdan saklanması yerine açıkça konuşulması gerekir.
Eğer zamanında 6-7 Eylül 1955 olaylarını yeterince konuşup tartışabilseydi belki de gerekli dersler çıkarılırdı ve…
1978 yılında Kahramanmaraş’ta 120 (yüz yirmi),
1980 yılında Çorum’da 57 (elli yedi),
1993 yılında Sivas Madımak otelde 33 (otuz üç)
vatandaşımızı kaybettiğimiz olaylar yaşanmazdı.
(*) Pogrom: Azınlıklara yönelik dinsel ya da ırkçı şiddet.