Sıklıkla izlediğim din bilimci Prof. Mustafa Öztürk’ün agnostisizmi (bilinemezcilik) anlattığı videosunu izlerken geldi bu soru zihnime. Hani birileri sorsa “sen nesin” diye ne yanıt verirdim acaba?
İnanç sistemleri hakkında biraz bilgim var. Bu bilgiden kalkarak kendime sorsam “sen nesin” diye, adlandırılmış bir tanıma ulaşamayacağımı gördüm yani hiç de basit ve net bir yanıtım olamadı. Oysa kendimi her konuda net sanıyordum, yanılmışım.
Teistler bildiğiniz gibi bir tanrının varlığına inanır. Bir de bunun tersi var ateistler yani tanrı falan yoktur diyenler. Bunlar deyim yerindeyse iki zıt ucu temsil eder.
Bazıları tanrının varlığına inanır ama dinleri reddeder ki bunlara da deist deniyor.
Bir de agnostikler var ki Türkçeye bilinemezcilik olarak çevrilmiş. Agnostisizm, Yunanca “a” (olumsuzluk eki) ve “gnosis” (bilgi) kelimelerinin birleşiminden türemiş. Bu görüşe göre, insan aklı tanrının varlığı ya da yokluğu hakkında kesin bir bilgiye ulaşamaz. Dolayısıyla agnostikler, bu konuda bir iddiada bulunmazlar ve belirsizliği kabul ederler.
Buraya kadar dile getirdiğim inanç veya inançsızlıklar bana uymuyor.
Felsefeci değilim, bu yüzden size derdimi en ilkel sözcüklerle anlatmaya çalışacağım, başarabilecek miyim bilmiyorum.
Benim bir kutsal varlıkla ilgili düşüncelerim evrenle çok yakından ilgili oldu. Ortaokuldayken bile şu kravatı takarsam bugünkü sınavdan iyi not alacağım düzeyinde bir “dini” inancım vardı. Orta birde din dersiyle aram pek yoktu ama sınıfımı iyi bir ortalamayla geçmiştim. Ertesi yıl din dersine velimden yani babamdan kağıt getirirsem girmeyebileceğimi öğrendim, kimden öğrendim hiç hatırlamıyorum, büyük olasılıkla arkadaşlarımdan biri söylemiştir. Hemen babamdan böyle bir kağıt götürdüm ve din dersine artık girmedim. Babamın beni bu konuda hiç zorlamamasına hâlâ şaşarım çünkü o Allah’a kesinlikle inanırdı ama evlat sevgisi böyle bir şeymiş demek ki…
Aynı yıllarda uzayı merak etmeye başladım. Herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şeyken çok az kişinin yaptığı şeyi yaparak geceleri Ankara göğünü izlerdim. Tabii ışık kirliliği dolayısıyla çok bir şey göremezdim. Tabii Ankara şu andakinden on kez daha karanlıktı, tıpkı diğer kentlerimiz gibi. O zaman evdeki mini kitaplığımızın raflarındaki Hayat Ansiklopedisi’nin uzayla ilgili maddelerini okurdum. Ne kadar büyüktü uzay acaba? Yıl 1968-1969 idi.
Bir tatil günü ailece yürümeye çıktığımız esnada gazetecimizde Bilim ve Teknik diye bir dergi görüp babama zorla aldırdım. Meğer TÜBİTAK’ın yayımladığı Bilim ve Teknik’in ilk sayısıymış aldığım dergi. Uzun yıllar dergiyi almaya devam ettim. O zamanki bilgilere göre Güneş bir yıldızdı ve Samanyolu adı verilen bir galaksinin içinde bulunuyordu diğer milyarlarca yıldızla beraber. Ama bu galaksilerden de daha milyarlarca vardı uzayda. O zamanlar evrenin boyutu hakkında da sınırlı şeyler biliniyordu. Tabii teleskoplar çok ilkeldi, bırakın James Webb’i (JWST), Hubble’ı, yeryüzündeki teleskoplar bile çok ilkeldi.
Bu yüzden galaksimizde 100 milyar yıldız var deniyordu. Samanyolu’nun çapı da 100 bin ışık yılıydı. Bugün tahmin ediliyor ki galaksimizde 400 milyar yıldız var ve çapı da 150 ve belki 200 bin ışık yılı olabilir. Görebildiğimiz evrende ise 2 trilyon galaksi olduğu tahmin ediliyor ve evrenin ne kadarını görebildiğimizi bile bilemiyoruz.
Tabii bir de sıcaklık konusu vardı. Güneşin çekirdeğindeki sıcaklık 550 santigrat dereceydi. Eee ne olmuş demeyin, çelik 1500 derecede erimeye başlar. 5500 derece muazzam bir sıcaklıktır.
Ama nötron yıldızlarını öğrenince bu bilgimin de önemi kalmadı. Nötron yıldızları Güneş’ten 10 kat büyük yıldızların ömürlerinin sonunda patlamasıyla geride kalan minnacık ama dev kütleli yıldızlardır, çapları 10 kilometreye kadar iner ama kütleleri Güneş kadardır. Yani çekim güçleri inanılmazdır. Zaten sözünü ettiğim büyük yıldızlar patladığında ya kara deliklere ya da nötron yıldızlarına dönüşür. İşte bu nötron yıldızlarından iki tanesi çarpıştığında ortaya çıkan sıcaklık 1 trilyon dereceye ulaşır. Evrendeki altın işte bu esnada, yalnızca birazcık süpernova patlamalarında ve esas olarak da nötron yıldızlarının çarpışmasında, oluşur.
Mantığı olan hiçbir insan veya canlı böyle bir şeye el sürmemesi gerektiğini bilir.
Her neyse bu kadar astronomi bilgisine sizin ihtiyacınız yok ama benim var çünkü kutsal bir şeyin var veya yokluğuna ilişkin düşüncem tamamen uzayla ilgili olarak gelişti bende. Bu kadar büyük bir şey yaratılmış olamazdı. Üstelik evren bugün bile genişlemeye devam ediyor yani hem yaratılmış olamaz hem de henüz hiçbir şey tamamlanmış değil.
Evren bilimciler evrenin 13,8 milyar yıl önce çok çok küçük bir alanda hapsolmuş/birikmiş/ toplanmış olan muazzam bir enerjinin serbest kalmasıyla oluştuğu yönünde bir görüşe sahip. Kanıt olarak da hani radyolarda kanal ararken duyduğumuz hışırtıyı gösteriyor. İşte bu ses taa o zamanlardan kalan bir sesmiş. Bu kanıtlanmış bir bilgi olarak kabul edildi.
Ama bu benim için yeterli olmadı.
Yaşla ilgili sorularım vardı.
Madem 13,8 milyar yıl önce o enerji serbest kaldığı için evren oluşmuştu demek ki o enerjinin yaşı 13,8 milyar yıldan daha eskiydi. Sonra o enerji orada nasıl oluşmuştu ve ne zamandır orada Big Bang’i (patlamayı) bekliyordu? Orada derken bir yerden söz ediliyordu, madem başlangıçta hiçbir şey yoktu niye enerjinin biriktiği bir “yer”den söz ediliyordu? Bir yer varsa o zaman niye önce hiçbir şey yoktu deniyordu?
Acaba daha önce başka bir evren vardı da o sona ermiş ve büzülerek/sönerek bu muazzam enerji birikmesine mi neden olmuştu?
Hâlâ soru sormaya devam ediyorum.
Ondan önce ne vardı?
Bu arada eklemeliyim ki bilim dünyasının da bu sorulara şimdilik bir yanıtı yok.
Kutsal kitaplarda “göklerin ve yerin yaratıcısı” bir varlıktan söz ediliyor. Zaten mantık sınırlarını aşan bu önermeyi kabul etmem mümkün değil. Bana göre hiçbir şeyin yaratılmış olduğu ileri sürülemez Gezegenimizde yaşamın nasıl başladiğını bile tam olarak bilmiyoruz ama benim bildiğim tek şey herhangi bir şeyin kesinlikle başka bir şeyden türediğidir.
Son yıllarda şöyle düşünmeye başladım bu yüzden. Her şeyin ama her şeyin mutlaka bir açıklaması vardır. Hiçbir şey yoktan var edilemez, var olan hiçbir şey de yok olamaz. Bu termodinamiğin ilk yasasıdır.
O zaman benim sorularımın da mutlaka bir yanıtı olacaktır ancak şu andaki bilgilerimiz ve teknolojimiz bu sorulara yanıt vermekten henüz çooook uzak.
O zaman ben bilinemezci yani agnostik mi oluyorum?
Yanıtım hayır, çünkü ben onlar gibi “bir tanrı”nın varlığı veya yokluğuyla hiç ilgilenmiyor veya sorulduğu zaman “bunu bilmek mümkün değil” d(iy)emiyorum. Bilgilerimiz çoğaldıkça bilmediklerimize yanıtlar da bulmuş olacağız. Benim için gördüğüm şeylere bir açıklama gerekli. Nasıl oldular, nasıl oluştular?
Ortaokulda bir matematik öğretmenimiz vardı kendisine “nedenci, niçinci” derdi. Benim de buna benzer bir deyim bulmam gerek kendim için.
Görmediğim bir şey veya şeylerin varlığı ya da yokluğu üzerine kafa yoracak kadar felsefe bilgim yok ve bunun için zaman harcamaya da niyetli değilim. Hele şu “ilkel” sorularıma bir yanıt bulayım sonra felsefî sorulara yanıt aramaya girişirim.
Dedim ya derdimi ilkel sözcüklerle anlatmaya çalışacağım diye, bilmem anlatabildim mi?
Yanıtlayamadığım her soru için mantık dışı yanıtlar kabul edecek olursam hayatım duman olur değil mi!
Ben çok basit bir varlığım, bu yüzden ilkel sorular sorup aynı ilkellikte yanıtlar almalıyım. Çünkü en ilkel, en basit yanıt benim için en doğru yanıt anlamına geliyor.
Çok yaşa Prof. Mustafa Öztürk hoca, bana bu yazıyı yazdırdın ya.
Herkese keyifli günler.
Görsel: freepik.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: