TED konuşmalarını biliyorsunuzdur. TEDx konuşmaları da onların yerel ölçekli olanı.
Onlardan birinde Lyla June adında bir hanımı dinledim. Kendisi bizim nedense Kızılderili dediğimiz Amerikan yerli kabilelerinden biri olan “Navajo”lardanmış. Gerçi Kuzey Amerika kıtasının yerlilerini sadece biz yanlış isimlendirmiyormuşuz. Çünkü Lyla, Navaho denilen kabilenin asıl adının “Dine” olduğunu söyledi. Sanatçı ve ekoloji tarihçisi olduğunu söyleyen ve ciddi bir akademik kariyer yapmış olan bu genç kadının söylediği çok daha önemli şeyler var. Lyla June, düne bakarak yarının düzeltebileceğini anlatıyor. Anlattıklarını uygulayan olursa tabii.
Lyla (yoksa aslı Leyla mı?) Navajoların sanıldığı gibi bulduğu böğürtleni toplayıp geyik vurarak yaşayan avcı-toplayıcı göçebe bir kabile olmadığını, yaşadıkları doğayı tüketmeden düzenleyerek fevkalade doğru biçimde kendi kendine bakabilen bir uygarlık olduğunu anlatıyor ve benim atalarımın yaptıklarını bugün de örnek alabiliriz, diyor.
Lyla’nın bireyi olduğu Dine kabilleri New Mexico, Meksika, Arizona, Colorada ve Utah eyaletlerinin olduğu topraklarda yaşarmış ve buralara Dine Bikeyah (Dine yurdu) derlermiş. Lyla atalarının yurt tuttukları bu yerlerde doğayı gözlemekle yetinmediğini, ona saygısızlık etmeden yeniden düzenlediklerini, yeşil alanları ve ormanları bilerek isteyerek büyüttüklerini, çölleri vahalara dönüştürdüklerini söylüyor. Bunları yaparken dört temel ilkeyi gözetmişler:
1. Doğaya karşı değil doğayla birlikte çalışmak. Örneğin dere yataklarında alüvyonlu alanlarda tarım yaparak, buralardan başlayan tarım alanını giderek genişletirken kanallar vb açarak yağmur suyunun getirdiği zenginlikten yaralanmak. Böylece atalarım kimyasal gübre gibi ilavelere gerek duymadılar diyor.
2. Hayvanları daracık barınaklara tıkmak yerine doğadan bildikleri gibi yararlanmaları için ortalığa salıvermek. Örneğin buffaloları ahırlarda ya da bahçelerde beslemedi benim atalarım. Ancak buffalolar halkımın ardına düşerek onları izledi. Çünkü insanların kalıntılarından buffalolar yararlandılar buffalolardan da insanlar. Bu adil bir ortaklıktı diyor.
3. Bazı alanları insansızlaştırmak. Örneğin balıkların yumurtlamak için seçtiği alanlara insanlar girmezse orada balıklar da daha rahat ve bol ürer, bu alanlardan ayı da beslenir, kartal da kurt da. Böylece doğal yaşam döngüleri kırılmadan devam eder. Sonuçta insan da doğal zenginliklerin kökünü kurutmadan kendi payına düşeni alır, atalarımın yaptığı gibi diyor.
4. Gelecek nesilleri düşünmek. Örneğin benim toplumum 3.000 yıldır kestane ağacı ormanlarını koruyup kolluyor, kendilerinden çok gelecek nesiller için yapıyor bunu, diyor.
Dünya nüfusu çok arttığı için beslenme kaynaklarının tükendiği ve endüstriyel besin üretimin şart olduğu doğru değil. Doğaya benim atalarımın yaklaştığı gibi yaklaşırsak hala bu dünya bizi beslemeyi sürdürebilecek zenginliğe sahip. Yeter ki biz tahrip etmeyi sürdürmeyelim, diyor.
Biz insanlar ekolojik yapbozun küçük bir parçasıyız. Biliyorum sadece yerlilerin geçmişte ve hatta günümüzde yaptıklarını taklit etmek bizim iyi ve uzun yaşamamız için yeterli değil. Bunun için öncelikle toprağımızı temizlememiz lazım, sonra da tarihimizi. İşgal edilen, zenginlikleri çalınan bu kıtada biz gene de bunu başarabiliriz, diyor.
Biz yerlilerin dili yasaklandı, çocuklarımız misyoner okullarına alınarak bilmedikleri kültürle harap edildi, insanlarımız öldürüldü, sağ kalanlar doğal yaşam alanlarından sürüldü. Tıpkı bugünün mültecileri gibi, bilmedikleri ortamlarda yaşamak zorunda bırakıldı. Bu kapkara tarihe rağmen bugün gene de birlik olup her şeye yeniden başlayabiliriz, diyor.
Benim ana dilimde “Hozho” diye bir laf var. (Hoojo diye söylenen) bu sözün anlamı, yaratılmış olan güzelliğin bir parçası olmaktan duyulan memnuniyet. İnsanın yeryüzü güzelliğinin bir yansısı olduğunu anladığımızda neyin parçası olduğumuzu da anlayabiliriz. Hoojo bizim ekolojik rolümüzün ne olduğunu söyleyen bir laftır. Hoojo lafı bizim doğanın patronu, doğal olanın üstünde bir şey olmadığımızı, tersine onun sadece bir parçası olduğumuzu, onunla birlik oldukça var olduğumuzu söylüyor. Bunun anlamı bir yerleri doğal park olarak ayırmaktan ibaret olamaz. Bizim doğanın bir parçası olarak doğduğumuzu gerçekten anlamaktan geçer. Bu dünyada hala benim soyumun var olabilmesi bunun en büyük kanıtıdır, diyor.
Lyla, bunları söylüyor Tedx konuşmasında. Kişisel sayfasında başka şeyler de söylüyor.
Talancıların bütün saldırganlığa rağmen Lyla gibilerin hâlâ var olabilmesi sahiden de ilginç ve insana gerçekten umut veriyor. Yamulttuğumuz her şeyi tepetaklak edip yeniden doğru biçimde var etmek için onun anlattıklarını yapmak çok da kolay görünüyor.
Devletleri, gümrükleri, savaşları, şirketleri, emperyalizmi yani mülkiyeti yani parayı yani insan egosunun doyumsuzluğunu bir kenara koyarsak, çok da kolay gerçekten.