1973 yazında, 18 yaşındayken, yine oldukça uzun bir Avrupa seyahatine çıkmıştım. Bu sefer yolculuğum, İngilizcemi de ilerletmemi amaçladığımdan, İngiltere’den başladı. İngiltere’nin güneyindeki Isle of Wight (IoW) adasında bir ailenin yanında iki hafta misafir olacaktım.
IoW, Manş Denizi’nde, İngiltere’nin güneyinde, Southampton’ın hemen karşısında İngiltere anakarasına beş ila sekiz kilometre uzaklıkta yer alıyor. 380 kilometrekare yüzölçümü olan bu adanın nüfusu da 140 binin biraz üzerinde. İdari merkezinin adı Newport ve adanın hemen hemen tam ortasındaki bir halicin güney ucunda. Adanın ana gelir kaynağı ise turizm.
IoW’a gitmek için 18 Haziran 1973 tarihine THY’nin Londra seferine bilet aldım. Uçuş günü geldiğinde Heathrow’a uçmak üzere Atatürk Havalimanı’na gittim. O yıllarda THY hiç vaktinde kalkmazdı. Türkiye’de ‘Tehirli Hava Yolları’, Avrupa’da ise ‘They Hate You-Senden Nefret Ediyorlar’ takma adlarıyla dalga geçilirdi. Nitekim, Londra’ya uçacağım DC-10-10 tipi uçak da o gün altı saat gecikmeyle havalandı.
Yanında kalacağım ailenin benden iki yaş büyük oğlu John’un beni Heathrow’da karşılaması planlanmıştı. Ancak uçak gecikince, son IoW vapurunu kaçıracağımızı düşünerek, Londra’ya geri dönüp o gece konaklayacağımız bir yer ayarlayıp tekrar Heathrow’a dönmeye karar vermiş. Kendisi Londra’da tarih okuyordu ve o zamanlar Britanya’da tarih okumak oldukça prestijliydi.
John Londra’da otel ararken benim uçak da Heathrow’a inmişti. Ben terminalden çıkıp, o zaman Heathrow’a metro olmadığından, otobüsle Victoria tren istasyonuna, oradan da metro ile Waterloo istasyonuna gittim. Tabii böyle olunca John’la buluşamamış olduk. Oryantasyon kabiliyetim oldukça güçlü olduğundan ve daha önce Londra’ya annem babamla gitmiş ve bol bol metroya binmiş olduğumdan bir sıkıntım olmadı.
Tam ne yapacağımı bilmiyordum ama, Waterloo’dan Portsmouth Harbour trenine bineceğimi, oradan kısa bir vapur yolculuğuyla IoW’a geçeceğimi önceden araştırmıştım. Elimde gideceğim yerin adresi ve telefon numarası da vardı. Artık bir çözüm bulacaktım. 18 yaşındaydım ve Avrupa’da epey seyahat deneyimim vardı.
20.20 trenine bilet aldım, vaktinde kalktı. Sırt çantamı yerleştirip, dışarıyı izlemeye başladım. Yılın en uzun günlerinde olduğumuzdan başlangıçta hava aydınlıktı. Portsmouth Harbour’a vardığımızda ise artık kararmıştı. İstasyonla iskele yan yanaydı. Platformdan iskeleye hızla geçtim ve vapura bindim. O sırada tarifeye bakarken son vapura binmekte olduğumu da fark ettim.
Vapur karanlıkta 20 dakika kadar yol aldıktan sonra, IoW’ın kuzeydoğu ucundaki Ryde yerleşkesinin iskelesine yanaştı. Sonradan öğrendiğime göre IoW’ta 10-12 metreye varan gelgitler olduğundan iskele bir mil uzunluğundaymış. İskelenin ucundan tekrar trene bindik. İskelenin karaya bağlandığı yerde Ryde-Esplande istasyonunda trenden indim.
Gideceğim yer adanın ortasındaki Newport kasabasıydı. Saat 22.00’yi geçmişti. Otobüse binmeyi uygun bulmadım. Elimdeki bozuk paralarla, o zaman Britanya’nın özelliklerinden biri olan kırmızı telefon kulübelerinden birine girip bana iki hafta annelik yapacak olan John’un annesi Mrs. Lock’u aradım.
Kadın sesimi duyunca çok sevindi, Ryde’da olmama da çok şaşırdı. Londra’da kaybolduğumu düşünmüşler. Telefonu kapatır kapatmaz Londra’daki John’a bir şekilde ulaşmış, sonra arabasına atlamış ve Ryde’a doğru yola çıkmış. Yarım saat içerisinde buluştuk ve eve doğru yola çıktık. Geç vakit evlerine vardık. Yatmadan bana mutfakta bir şeyler yedirdi. Bu arada evin kedisi ve köpeğiyle tanışmış oldum.
Ertesi sabah uyanıp, kahvaltıya indim. Bahçe içerisinde büyükçe bir evdeydik. Hayat genellikle mutfakta geçiyordu. İlk dikkatimi çeken şey, evin alışmadığım derecede pis olmasıydı. Etraf kedi köpek kılından geçilmiyordu. Koltuklar, yerler kıl doluydu. Büyük mutfağın bir köşesinde çamaşır makinesi duruyordu. Benim için en kötüsü kedi ve köpeğin kaplarının bizim kap kacakla birlikte aynı bulaşık makinesine girmesiydi. Ortada bir masa ve masanın üstünde benden başka her şey vardı. Kahvaltıda benden bir yaş küçük olan evin büyük kızı Jane ve benden üç yaş küçük olan Jillian ile de tanıştım. John Londra’da kalmıştı ve hafta sonu gelecekti. Akşamüstüne doğru da bir maden ocağında mühendis olan Mr. Lock geldi. Bir maden kazasında sol bacağını kırmış ve tam da düzelmemiş olduğundan otomatik vitesli bir araba kullandığı anlatıldı. Demek ki o zamanlar İngiltere’de de otomatik vites pek yaygın değilmiş.
On beş gün boyunca benimle ağırlıklı olarak Mrs Lock ilgilendi. Gündüzleri Jane ve Jillian okula gidiyorlardı. John zaten Londra’daydı. Mrs Lock da beni adanın değişik yerlerine götürüyor ve detaylı bilgi veriyordu. Zaten İngilizcesi en rahat anlaşılan da oydu. Jane ve Jillian’la biraz daha zor anlaşıyordum. Birkaç yıl önce Münih’te Bavyera Almancası ile başıma gelen konuşulanı anlamama sorunu burada bu kez İngilizce olarak hortlamıştı.
Mrs. Lock beni gezdirirken adanın orasında burasında durur, bir evi veya binayı gösterip, ‘çok tarihidir, 120 yıllık’ filan diye açıklama yapardı. Bir gün dayanamayıp ‘Mrs. Lock, bizim ülkede bir şeye tarihi dememiz için en az 500 yıllık olması gerekir, 1000-2000 yıllık da çok eser vardır’ demişim.
Yıllar sonra annem babam, bir İngiltere gezisi esnasında arkadaşları Dündar Bey ve Ümit Hanım’la Londra’dan günübirlik IoW’ta gezmeye gitmişlerdi. Mrs Lock’la da bu vesileyle ailemle tanışmıştı. Kadın bu olayı anlatıp, “çok utanmıştım” demiş.. Anlaşılan o zamanlar da pek ukalaymışım. Birlikte gülmüşler.
Ailenin en çok anlaştığım çocuğu yaşı bana yakın olan Jane olmuştur. İlginç bir şekilde Jane daha sonra Kıbrıslı bir Rum, ben de Kıbrıslı bir Türk’le evlendim.
John hafta sonu eve gelince, bazı arkadaşları da gelmeye başladı. Kızlı erkekli punk görünümlü bu kişilerin ne dediğini anlamam olası değildi. Bir de o kuş diline benzeyen İngilizceleriyle, benim İngilizcemle dalga geçmeye kalkıştılar. Nasıl olduysa o kadarını anlamıştım. Evde misafir olduğumdan ve onlara kuş dilinde laf yetiştirmem olanaksız olduğundan sessiz kalmıştım. Ancak, asıl tepki John’dan gelmişti. Biri kız ikisi oğlan bu arkadaşlarını sıkı bir azarladı. Zaten sizin İngilizceniz anlamak için sokak çocuğu olmak lazım, üstelik o İngilizce konuşuyor ama siz onun dilini hiç bilmiyorsunuz türünden bir şeyler söyledi. Sonuçta günün tadı kaçtı.
Bu garip gençlerden kız olanı yılışık bir şekilde bana ‘sizin ülkede petrol çıkıyor mu’ diye sordu. Herhalde Türkiye’yi bir Arap ülkesi sanıyorlardı. Ben yok deyince bir anda bana olan ilgisi de sona erdi. Zengin olmadığım anlaşılmıştı.
IoW’ta kaldığım süre içerisinde Mrs. Lock beni adanın her köyüne, kasabasına götürdü. Adanın en batı ucundaki The Needles isimli buruna güzel bir görüntü sunan deniz fenerini görmeye John ile gittiğimiz gün ise, bu burunun hemen güneyinde Atlantik’e bakan Campton Bay’de durduk.
Burası oldukça dalgalı uzun bir kumsaldı. İngiltere’nin popüler sörf bölgelerinden biriymiş. İçimize giymiş olduğumuz mayolarla sörf yapmak için yoldan sahile indik. Haziran sonu Atlantik inanılmaz derecede soğuktu. Elime bir sörf verildi ve ‘çok basit sörfün üstüne uzan ve açığa karşı yüzmeye başla. Belli bir uzaklığa gelince sörfün burnunu karaya çevir, tam bir dalganın sırtındayken üstünde dizlerin üstüne kalk, sonra da ayağa…’ dendi.
Ben de buz gibi denizde azgın dalgalara elimde sörf ile saldırdım. Biraz açıldıktan sonra güç bela sörfü sahile döndürdüm. Bir dalganın sırtında sahile doğru gitmeye başladım. Sonra dizlerimin üzerine de kalktım. Sıra ayağa kalkmaya gelmişti. Onu da güç bela becerdim. Sanırım üç beş saniye kadar ayakta durduktan sonra suyun içine düştüm. Sörf nedense bu tür durumlarda dalganın üstünde bir iki metre havaya fırlıyor. Sizin hem buz gibi dalgalarda boğulmamaya gayret etmeniz hem de havaya fırlayan sörfün başınıza düşmemesine dikkat etmeniz gerekiyor. Yedi sekiz kez bu işi yaptıktan sonra, ufak yara berelerle ve ciddi şekilde donma belirtileriyle sudan çıktım ve soğuk bir rüzgar altında alelacele giyindim. Yaşamımdaki tek sörf deneyimim bu şekilde sona ermiş oldu. Bu tecrübemden dolayı, illa sörf yapmak istiyorsanız, sizlere yelken sörfünü daha fazla önereceğim.I
oW Britanya’nın yerel turizme hitap eden önemli bir merkeziydi. Buz gibi denizi, kireç taşından kayalık sahilleri, diskoları, güzel kıyı köyleri, kumar makineleriyle, gelenlere güzel bir tatil olanağı sunuyordu. Aslında Brighton, Southend-at-Sea, Blackpool, Clacton, Eastbourne başta olmak üzere, Britanya’nın pek çok sahilinde, kordonu ve eğlence mekanı olarak kullanılan uzun iskelesi olan bu tür yerler vardır. Bunların bir kısmı artık cazibesini kaybetmiş durumda. Britanya halkı havayolu ulaşımının da o zamana göre göreceli olarak ucuzlamış olması nedeniyle artık Akdeniz’i tercih ediyor. Ancak, IoW turistik cazibesini bugün hala devam ettiriyor.
IoW’ta turizm ve biraz hayvancılık dışında tek ekonomik aktivite, o zamanlar adanın kuzeyinde East Cowes’da olan bir tersaneydi. Tersanenin özelliği ise Hovercraft’ın icat edildiği ve imal edildiği yer olmasıydı.
Yukarıda da belirttiğim gibi IoW Southampton kentinin tam güneyinde, Southampton’dan Manş Denizi’ne çıkışı kontrol ediyor. Adanın batısındaki kanal çok sığ olduğundan (İddia edildiğine göre suların en alçak olduğu dönemde, ki yılda iki kez oluyor, IoW’den anakaraya atla geçmek mümkün oluyormuş) Southampton’a ulaşmak isteyen gemiler ada ile İngiliz anakarasını ayıran kanala sadece doğu ucundan girebiliyor. Kanalın adı The Solent. O da gelgitin en yüksek olduğu zamanlarda. Tam bu girişte de Portsmouth kenti ve limanı var.
Portsmouth limanı Britanya donanmasının ana üssü konumunda bir yer. Adanın doğal koruması altında. Doğuya doğru açık denize giden kanalın çıkışına ise, açıkta adacıklar ve bazen su altında kalan kumullar üzerine kısmen beton, kısmen de çelikten kaleler yapılmış. Bu savunma hattı, zamanında Napolyon’a karşı donanma üssünü savunmak için inşa edilmiş.
John’la bir gün West Cowes’dan vapurla Southampton’a da gittik. Zannederim İstanbul Yalova arası kadar süren bir yolculuktu. Kenti gezdikten sonra, trene bindik ve Gallere’e yakın bir yerde olan Bath kentine ulaştık.
Aslında bu bölgenin en büyük kenti Bristol, ama bizim Bath’a gitmemizin nedeni, orada kente adını veren 2000 yıllık bir Roma hamamı olmasıydı. Bu sayede Lock ailesi bana Britanya’da da tarihin bayağı eskilere gittiğini göstermek istemişlerdi. Stonehedge’e götürseler daha da geriye gidecektik ama düşünemediler herhalde.
Bath’daki hamam, artık restorasyon nedeniyle mi yoksa asırlar boyunca iyi korunduğundan mı bilinmez, oldukça etkileyiciydi. Hani soyun hamama gir, o kadar sağlam görünümdeydi. Ayrıca kentin kendisi de tarihi binaları ile görülmesi gereken bir yer.
Sonra yine trenle Southampton’a oradan vapurla IoW’a geri döndük. Akşam yemeğinde Locklar bana “Bath nasıldı?” diye biraz müstehzi bir şekilde sordular. Benim de gıcıklığım tuttu, ‘güzeldi ama bizim Ankara’da da benzeri var’ dedim. Halbuki Ankara’daki Roma Hamamı o zamanlar bir harabe halindeydi.
İki haftanın bitiminde herkesle vedalaşıp, trenle Londra üzerinden Harwich’e geçtim. Saat 14.00’te kalkan bir feribotla da Almanya’da Bremerhaven’e doğru yola çıktım. Ağustos sonuna kadar ufak tefek paralar kazanarak, boğaz tokluğuna çalışarak Avrupa’da dolanmaya devam edecektim.