İnan Özbek
Ekonomimiz, bize özgü zor ve karmaşık problemlerimizin örsü ile küresel ekonominin gerçeklerinin çekici arasında kalmış durumda.
Neoliberalizmden yakıt alan ekonomik küreselleşmenin, 1990’lı yıllardan itibaren vites arttırarak iyice hızlanması sonucunda, 2000’li yıllarla beraber liberal kapitalist ekonomik model, merkezinde gelişmiş Batı dünyasının olduğu küresel ekonominin temel formu olmuştu.
Hızla ve kontrolsüz bir biçimde ilerleyen küreselleşme 2008’de patlak veren mali krizle yeni yüzyılın ilk büyük kazasını yapmış oldu. Neoliberalizmin yaptığı kazanın enkazını kaldırmak da ironik bir biçimde devletlere düşmüştü.
Bunalım atlatıldıktan sonra yoluna devam eden küresel ekonomi, 2013 yılından itibaren özellikle Batı’da yaşanan yavaşlama ve durgunluk (stagnasyon) olgusunun dillendirilmesine yol açan düşük büyüme oranlarıyla yeni bir tıkanıklığın işaretlerini vermeye başlamıştı
Gittikçe sıkışan ve negatif enerji biriktiren küresel ekonomi, 2019 yılı sonlarında ortaya çıkan ve hızla dünyaya yayılan koronavirüs salgınıyla birlikte beliren arz sorunları ile, küresel tedarik zincirlerindeki ve lojistikteki kopmalardan ötürü küresel durgunluk denilebilecek bir olguyla yüz yüze geldi.
Arz sorunları, hızla yükselen emtia fiyatları ve bu durumun yol açtığı ılımlı da olsa artan enflasyon ve faiz oranlarıyla yürüyen ABD merkezli Batı ekonomisi, gelinen noktada salgının hızını azaltmasıyla birlikte nispeten toparlanma eğilimine girmiş olsa da, tedirginlik süregitmekte.
Bunun içindir ki; ABD Merkez Bankası (FED) geçtiğimiz günlerde, emtia fiyatlarında yaşanan artışların enflasyonu hızlandırmasını önlemek adına, parasal sıkılaştırma politikası çerçevesinde yani para arzını düşürmek amacıyla, tahvil alımlarını önümüzdeki dönemde sistemli olarak azaltacağını ve bir süre sonrada tamamen durduracağını ve ayrıca gerekirse faiz arttıracağını beyan etti.
ABD’nin öncülüğündeki Batı dünyasının kendi fiyat istikrarlarını ve bir bütün olarak makro dengelerini koruyabilmek adına attıkları söz konusu bu adımlar, bizim gibi gelişmekte olan ve dış kaynak ihtiyaçları bulunan, ayrıca döviz açıkları kronikleşmiş olan ekonomiler açısından zarar yazmakta ve sıkıntılarımızı büyütmekte ne yazık ki.
2013 yılı küresel ekonomideki bozulmalara paralel olarak bizim ekonomimizin de makro dengelerinin bozulmaya başladığı yıl olmuştu aslında.
Siyasi otorite ve Merkez Bankası (MB) yönetimleri sıkı para ve sıkı maliye politikalarından esas olarak ödün vermeyerek, yüksek enflasyona yol açabilecek politikalar izlemeseler de, bu tarihten itibaren makro ekonomik dengeler adım adım bozulmaya başlamış, özellikle de 2015 yılından itibaren hızlanan bozulma, 2018 Ağustosu’ndaki kur şokuyla iyice belirginleşmişti.
Salgının 2020 başlarından itibaren ülkemizi de etkisi altına almasıyla birlikte ekonomik faaliyet daha da yavaşlamış, yaşanan yabancı sermaye çıkışlarıyla birlikte içeride de döviz talebi sistemli bir şekilde artınca, döviz kıtlığına bağlı bir döviz şoku yaşanmaması için MB’nin rezervleri kullanılmış ve bu durum da, ekonomimizi daha da kırılganlaştıran düşük döviz rezervleriyle baş başa kalmamıza sebep olmuştu.
Bugün, dış dünyadan bize sirayet eden türlü sorunlara eklemlenen iç ekonomik dengesizlikler sonucunda ortaya çıkan; yüksek kur, yüksek enflasyon ve faiz sarmalına girmiş gözüken ekonomimizin, bu dar boğazdan ne zaman ve ne şekilde çıkacağını, karar verici konumunda olmayan biz sade yurttaşlar bekleyip göreceğiz.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.