Hazal Yalın
Aşağıda çevirilerini yayınladığım üç belge, Rusya’da iç savaşın en kızgın olduğu dönemde, 1920-1921’de Bolşevik yönetiminin Doğu ülkelerindeki kurtuluş hareketlerine yönelik en azından üç eğilimine tanıklık ediyor.
En genel hatlarıyla bilinen şudur: Yeni Sovyet Rusya, devrimden hemen sonra, Doğu halklarına, esas itibarıyla da Müslüman halklara yönelik güçlü bir antiemperyalist açılım gerçekleştirdi; iç savaş ve Rusya’nın hem Antant yanlısı beyaz ordular hem de doğrudan doğruya Antant orduları tarafından işgali sürecinde Doğu ülkelerindeki antiemperyalist hareketleri her türlü vasıtayla destekledi. En büyük destek ise emperyalizme karşı ilk defa başarılı bir milli kurtuluş savaşı yürüten Büyük Millet Meclisi Hükümetine verildi. Bu destek, sadece siyasi ve diplomatik değil, mali ve askeri nitelik de taşıyordu. Bu muazzam bir yardımdır. 1922-1923’te Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin (RSFSC) Ankara Büyükelçisi olan Semyon Aralov’un verdiği sayılara göre, 39.000 tüfek, 327 mitralyöz, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi vb.den başka Kars ve Ardahan’da Rus ordusundan kalan bütün malzeme, Ankara hükümetine bağlı barut ve fişek fabrikaları için malzeme, keza nakit olarak da 10 milyondan çok altın ruble, 20 bin altın lira ve 200 kilo külçe altın bulunur. Çok kaba bir hesapla, bugünün parasıyla 180 milyon doların üzerinde bir karşılıksız nakit yardım anlamına gelir. (Aslında daha gerçekçi olan iş saati endekslerine göre hesaplanırsa bunu da neredeyse üçe katlayacaktır.) Ama yekûndan daha önemlisi, bu yekûnun Büyük Millet Meclisi Hükümeti için ifade ettiği anlamdır. Karşılaştıralım: 1922 bütçe yılı toplam giderleri 100 milyon lira civarında. Bu kabaca 75 milyon altın ruble, yani 2 milyon ons altın, yani 1920 altın fiyatlarıyla 40 milyondan çok dolar, yani (tüketici enflasyonu hesap edilirse) bugün 540 milyon dolar civarında bir meblağ eder. Bunun 300 milyon dolara yakını Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne ayrılmıştır. Demek ki Sovyetler Birliği’nin 1920 sonlarından esas itibarıyla 30 Ağustos 1922’ye kadar bir buçuk yıl boyunca Ankara’ya silah ve cephane hariç toplam nakit yardımı, Büyük Millet Meclisi hükümetinin 1922 toplam bütçesinin (en mütevazı hesaplarla) üçte birinden fazlasını teşkil ediyordu.
Görünürde Bolşevik yönetimi içinde bu yardımlara karşı çıkan hiç kimse yoktu; kaldı ki bunlar zaten Politbüro kararlarıyla tespit edilmişti. Ama anlaşılıyor ki, fiiliyatta durum başkaydı. Yayınladığım ilk belge (Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin’in (manşetteki küçük fotoğraf) Politbüro’ya 28 Haziran 1920 tarihli telgrafı) bunu açıkça ortaya koyuyor. Bu telgraf, “Türkiye’deki Mustafa Kemal hükümetine silah ve altın yardımında bulunulmasının Politbüro kararnamesiyle kararlaştırıldığını” ve Türkiye’ye, RSFSC ilk büyükelçisi olarak Eliava’nın atandığını açıklayarak başlıyor. [1] Sözü edilen, muhtemelen, Politbüro’nun 8 Haziran tarihli kararnamesi olmalı. Ankara’ya silah, cephane ve altın yardımında bulunulmasına yönelik ilk karar da budur. [2]
Çiçerin’in 28 Haziran tarihli telgrafı, bu kararnamenin uygulanmasıyla ilgili. Halk Komiseri şöyle diyor:
“Bütün bu kararnameler (ve başkaları) [3] gösteriyor ki, Doğu’daki siyasetimiz, eğer Antant’a karşı silahlı kuvvetlerle doğrudan yardımla değilse, her halükârda silah ve altın yardımıyla tayin olunuyor.”
Çiçerin daha sonra verilen sözlerin gecikmesinden yakınıyor:
“Türkiye’ye söz verilen silah yardımının derhal verilmesi zaruridir, zira … gecikme, Mustafa Kemal’i bize geveze ve sahtekâr olarak bakmaya teşvik edecektir ve daha da önemlisi, devrimci Türkiye bozguna uğrayabilir, oysa bu yardım, bizim zayıf kaynaklarımız açısından bile önemsiz olsa da, pratik ve moral olarak büyük bir anlama sahiptir. Ama Politbüro kararlarına rağmen silahları alamıyoruz.”
Unutmayalım: Çiçerin bu satırları yazdığı sırada Rusya’da iç savaş amansızca devam ediyordu, üstelik onun, hiç değilse Türkiye’ye yönelik Politbüro kararlarının ve verilen sözlerin yerine getirilmemesinden yakındığı süre aralığı da, sadece yirmi gündür.
Bu, dış siyasette günümüzde hemen hiç görmediğimiz iki şeye işaret ediyor. Birincisi, ilkeler (ezilen halkların antiemperyalist mücadelesinin desteklenmesi) ve ikincisi de dürüstlük (verilen sözlerin tutulması):
“Bugün bir şeylere karar veren ama yarın kararlarını yerine getirmeyen, bugün yardıma söz veren ama yarın onu vermeyen bir siyaset, bizi itibarsızlaştırır ve Doğu’daki devasa itibarımızı ve etkimizi de yerle bir eder (bunu hissediyoruz).”
Ama benim ele almak istediğim üç eğilim açısından esas önemli olan başka bir şey. Çiçerin, telgrafının devamında, Dışişlerinin faaliyetlerini baltalayan dikkat çekici bir olaydan söz ediyor. Buna göre Dışişleri, Genelkurmay Akademisi Doğu Dairesi tarafından hazırlanan 23 askeri uzmanın Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan ve Uzak Doğu’ya gönderilmesi için kendilerine verilmesini istediği halde bunların hepsi batı cephesine sevk edilmiş:
“Üstelik bunların çoğu Doğu dillerini biliyorlar ve yarıdan fazlası da Müslümanlar. Bu, hâlihazırda, I. devre mezunu, Doğu dillerini bilmeyen ve batı cephesine gönderilmeyen Rus Genelkurmaycıları bulunduğu sırada yapılıyor. Bu, bizim Doğu siyasetimize kendine has bir karşı koyuştur. Biz MK’den, hiç değilse Türkçe, Farsça ve Hinduca bilen genelkurmaycıların bizim emrimize verilmesini rica ettik. Aksi takdirde Türkiye, İran ve Afganistan’a misyon gönderemeyiz. Buysa, İran Cumhuriyeti’nin lafta değil fiilen başarısızlığı, Türkiye’deki devrimci mücadelenin muhtemelen başarısızlığı ve Hindistan’daki faaliyetimizin inkârı anlamına gelecektir.
“Bizim istediklerimizin, batı cephesi için gerekenin önemsiz, pek az bir kısmı olduğuna dikkat çekiyoruz; ama bu pek az şey, doğuda beklenmedik, devasa sonuçlar verecektir; batıdaki zaferlerle ortak bir ilişki içinde doğudaki başarılarımızın da, uğruna askeri teçhizat ve insan gücümüzden de az küçük bir kısmı harcamak gereken bir önem taşıdığını düşünüyoruz.”
Çiçerin’in dolaylı şikâyetinin kimi hedeflediği yeterince açık; yardım sözlerinin Politbüro kararına rağmen tutulmamasını askeri karar alıcıların inisiyatiflerine bağlıyor ki, onların başında da Troçki var. Böylece bu yazının konusu olan birinci eğilimin temsilcisi olarak Troçki beliriyor; Kızıl Ordu’nun kurucusu, bütün kuvvetlerin doğudan batıya kaydırılmasının arkasındaki esas inisiyatifin de sahibi. Bunun nedenini tahmin etmek hiç zor değil; Troçki’ye göre doğudaki antiemperyalist mücadeleler hiç kuşkusuz önemsiz sayılmazdı ama batıdaki metropollerde gerçekleşecek devrimler onlardan daha önemliydi. Başka deyişle, kuvvetlerin batıya kaydırılması, askeri-coğrafi bir tercih olmaktan ziyade siyasi bir tercihti; Çiçerin de herhalde bunun farkındaydı ve dikkatleri tam ters tarafa, doğuya çekmeye çalışıyordu. Troçki, dünya devriminin gerçek dinamiklerini batıda, metropollerde buluyordu; Çiçerin ise antiemperyalist dinamiğin doğuda yükseldiği kanısındaydı.
Troçki’nin batıcılığına karşı Çiçerin’in doğuculuğunun hangi uç noktalara vardığını da onunla Stalin arasındaki mektuplaşmadan takip edebiliyoruz. Çiçerin, doğu ülkelerinde, hatta sadece doğu ülkelerinde değil batıdaki sömürgelerde de (Romanya örneği boşuna değil) milli burjuvazinin rolüne dikkat çekiyor; ona göre milli burjuvazi, emperyalist sermayeye karşı teslim bayrağını çekmiyor, dahası uzun soluklu mücadele için gerekli dirayet ve sebata da sahip. Romanya’dan başka dört ülkeyi daha örnek olarak alıyor; bunlar İran, Afganistan, Mısır ve Türkiye. Çiçerin’e göre bunlardan dördü de milli burjuvazinin direnişiyle bağımsızlık yoluna giriyorlar. İran, İngilizlerin ayanı satın almasına rağmen Lynch Brothers imtiyazlarını iptal ediyor; Afganistan’da aydınlanmacı bir monark, Türklerin ve Almanların yardımıyla yerli sanayi inşa etmeye çalışıyor; Mısır’da İngilizlerin eliyle gelişen yerli sermaye bağımsızlık yanlısı…
Çiçerin Türkiye’yi ele aldığında bu formül belirgin bir şekilde değişiyor. Halk Komiseri haklı olarak Türkiye’de olanları “milliyetçi küçük burjuvazinin, somut olarak küçük burjuva subayların önderliğini yaptığı bir devrim” diye niteliyor. Bu, daha sonraki Sovyet formülasyonundan belirgin şekilde farklıdır; bu sonraki formülasyona göre, “Kemalist devrimdeki yönetici sınıf, ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasında ve bağımsız bir Türk ulusal devletinin kurulmasında menfaati olan milli Anadolu burjuvazisi” idi. Bu da Stalin’in şu teorik tespitinden kaynaklanır: “Kemalist devrim, yabancı emperyalistlerle mücadelede yükselen ve tabiatı itibariyle köylülere ve işçilere karşı, bizatihi toprak devrimi imkânlarına karşı kendi gelişimini amaçlayan milli ticaret burjuvazisinin tepeden devrimidir.” [4] Stalin’in tespiti, Türkiye ile Çin’i benzeştirmeye yönelik yanlış bir argümana dayanıyor, oysa Çiçerin, devrimin önderliğini milliyetçi küçük burjuvazinin yaptığını söylerken daha sağlam bir sınıfsal tespitte bulunuyor.
“Devrimin barut fıçıları”
Ne var ki Çiçerin’in doğuya yönelik genel tutumu, Troçki’nin batıcılığının tamamen tepetaklak edilmiş halini andırıyor. Troçki, emperyalist metropolleri sistemin zayıf halkası, dünya devriminin barut fıçıları olarak görürken, Çiçerin aynı şeyi doğu ülkelerinde görüyor. Troçki, batıda devrim dalgasıyla işçi sınıflarının iktidara gelmesini (ve hatta Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulmasını) umuyor; Çiçerin ise doğuda devrim dalgasıyla milli burjuvazilerin emperyalizmin sömürü alanını daraltmasını bekliyor. Milli burjuvazilerin, burjuva olmaları hasebiyle, neticede emperyalist sermaye ile “kaynaşma” yoluna gireceklerine şüphesi yok; ancak o noktaya varmanın uzun bir tarihi dönem olacağını kabul ediyor; bu tarihi dönemde ise Sovyet yönetimi “olduğu yerde beklemeyecek”. Bu burjuva hareketlerini desteklemek için ne yapmalı peki? Rusya’nın sınai kaynaklarını bu ülkelere taşımalı, bu ülkelerde emperyalist sermaye ile rekabet yoluna gidilmeli. Peki bunun başarısının garantisi nerede? Rusya’da siyasi iktidarın, proletaryanın elinde olmasında:
“Bu yüzden, başlamış bulunan ancak süresini bilmediğimiz tarihi dönem boyunca, doğu ülkelerinin Antant’ın bütün dünyayı saran sermayesi tarafından iktisaden soğurulmasına karşı mücadelesinde dayanak olabileceğimizi ileri sürüyorum. Bu, kendi iktisadi hayatımızın gelişmesi ve Sovyet cumhuriyetinin siyasi kudreti için son derece geniş bir alan açacaktır ve doğu ülkelerinde, bu suretle Rusya ve onun proleter iktidarıyla ilişki kuracak olan işçi ve köylü hareketlerinin gelişmesi için son derece elverişli şartlar yaratacaktır.”
Demek ki Çiçerin bu açıdan da Troçki’nin tam bir antitezi. Troçki için Rusya, dünya devriminde bir sıçrama tahtasıydı; Çiçerin için de öyle. Ancak iki noktada farklılık var. Birincisi, dünya devriminin hızını ve coğrafi alanını farklı değerlendiriyorlar. Troçki, kısa süre içinde batıda bir yükseliş bekliyor; Çiçerin ise, belirsiz bir süre boyunca, doğuda. İkincisi de, Çiçerin Troçki’den taban tabana farklı olarak, Rusya’nın dünya devrimi için feda edilmesini öngörmüyor; tersine, Rusya’da proletarya iktidarının kendi sefaleti ve geri düşmesi pahasına fedakârlığının doğu devrimlerini tetikleyerek ileride (“süresi belirsiz tarihi dönemin” sonunda) Rusya için de olumlu şartlar yaratacağını düşünüyor.
Karşımıza çıkan üçüncü eğilim ise, giderek ilk ikisini bastıracak olan, Stalin’in temsil ettiği eğilim.
Stalin, diğer iki eğilimi, özellikle de Çiçerin’in doğucu tutumunu tamamen dışlamıyor. Teorik olarak dünya devrimine karşı değil, bu devrim dalgasının doğudan yükseleceği düşüncesi ise Milliyetler Halk Komiseri olarak onun kendi görüşleriyle de örtüşüyor. Nitekim bu düşünce en çok, özellikle Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı Rusya Bilimsel Şarkiyat Derneği tarafından 1922-1930 yılları arasında yayınlanan Novıy Vostok (Yeni Doğu) dergisinde dile getirilecektir.
Ancak Stalin, nesnellik ile siyasi projelerin çatıştığını gördüğü anda, nesnelliğe uygun yeni projeler örgütlemeye başlıyor. Bu, neredeyse pragmatizm kokan bir tür realpolitik anlayışıdır, nitekim Stalin’i ilkesiz pragmatizmle suçlayanlar da hiç eksik olmamıştır. Oysa gene bu, belki de onun zihninin, aynı zamanda irade kuvvetini ve dahası, her çatışmalı dönemde Rusya içi siyasi güçlerle ittifak imkânını da veren karakteristik bir niteliği.
1921 Kasım ayındaki nesnellik ne? İç savaşın son dönemecine gelinmiş olmasına rağmen, Rusya’da iktidarın kırılganlığını koruyor olması.
Avrupa devrimini daha bu sırada gerçekleşmeyecek bir hayal olarak gördüğü çok açıktır; doğudan yükselecek bir devrim dalgasını da “geleceğin şarkısı” sayıyor ve bunun yerine “güncel pratik siyaseti” öne çıkarıyor. Bu, Rusya’nın kendi nesnelliğinin dayattığı siyasettir, zira “geleceğin şarkıları” ancak Rusya’da proletarya iktidarının korunmasıyla mümkün olabilir. Ve dedikleri doğrudur: “1) Rus rublesi düştüğü, 2) ihracat fonumuz olmadığı veya neredeyse olmadığı, 3) dış ticaret dengemiz ümitsizce ekside bulunduğu, yukarıdaki üç noktada iktisadi yetersizliklerimizi karşılayabilecek kadar yeterince altınımız bulunmadığı sürece” Rusya’nın emperyalist sermayeyle rekabet edebilmesi mümkün değildir. Stalin’e göre yapılması gereken, Türkiye, İran ve Afganistan’la sınır olan Sovyet cumhuriyetlerinde, Azerbaycan, Türkmenistan ve Uzak Doğu Cumhuriyeti’nde sınai girişimlere belli ölçüde hız vermektir; bu, “ilkin ticari daha sonra da sınai bağların bu devletlere uzatılabilmesi ve bunların iktisadi olarak Rusya’nın etkisi altına alınabilmesi imkânını” verecektir. Ancak bu en minimalist haliyle bile Rusya’da kamu iktisadını sarsacaktır (bu, Stalin’in göğüslenmesi gerektiğini kabul ettiği bir risktir); ne var ki Rusya’da proletarya iktidarı için esas olan, “orta Rusya’nın kamu iktisadi girişimlerini” hayata geçirmektir, aksi takdirde “Antant’ın Rusya’yı iktisaden köleleştirme gayelerine karşı koymayı hayal bile edemeyiz”.
Bu, Stalin’in Türkiye’ye yardımda bulunulmamasını öğütlediği anlamına gelmiyor. Nitekim Büyük Millet Meclisi Hükümetine yardım kararının altına imza atmakla kalmayıp aynı zamanda bu yardımı örgütleyen başlıca Bolşevik önderlerden biridir. Keza Stalin’in onayı olmasa, Türkiye’nin 1920-1930’lardaki sanayileşmesinde Sovyet katkısı da söz konusu olamazdı. Ancak onun önceliği Sovyetler Birliği’nin inşasıdır.
Birkaç cümleyle bitireceğim.
Stalin’in, Rusya’nın geleceğine, Sovyet dış siyasetine yönelik temel düşüncelerinin daha bu sırada netleşmiş olması dikkat çekici. Çiçerin’in Polonya’da protofaşist Pilsudski diktatörlüğüne bakarken orta burjuvazinin emperyalist sermayeden bağımsızlık mücadelesinde Rusya ile yakınlaşma işaretleri görmesi, tek kelimeyle naifliktir; Stalin’in cevabında Polonya’dan hiç söz etmemesini bu naifliği görmesine yormak gerek. Çiçerin’in Letonya ile Türkiye’yi benzeştirmesine yaptığı itiraz da önem taşır ve ister istemez 1939-1940’ın olaylar dizisini hatırlatır; Stalin’e göre Letonya ve Estonya, Rusya’da sosyalizmin inşası için elemanter nitelik taşıyorlardı, “oysa bunu Türkiye ve İran için kesinlikle söyleyemeyiz”.
G. V. Çiçerin’den RKP(b) MK Politbüro’suna, 28 Haziran 1920
“Türkiye’deki Mustafa Kemal hükümetine silah ve altın yardımında bulunulması Politbüro kararnamesiyle kararlaştırılmış ve aynı yerde Türkiye’ye büyükelçi olarak yoldaş Eliava atanmıştı.
MK’nin bir başka kararnamesiyle de Afganistan’a altın ve askeri teçhizat yardımında bulunulması kararlaştırılmıştı. İran hususunda da teçhizat ve askeri danışman (Kojanov ve Abukov) yardımında bulunulması kararlaştırılmıştı.
Bütün bu kararnameler (ve başkaları) gösteriyor ki, doğudaki siyasetimiz, eğer Antant’a karşı silahlı kuvvetlerle doğrudan yardımla değilse, her halükârda silah ve altın yardımıyla tayin olunuyor.”
MK’nin bu kararnamelerini esas alarak bizim tarafımızdan da hayata geçirilmesi zaruri olan beyanatlar ve sözler verilmiştir.
Afganistan’ı altı aydan fazladır vaatlerle besliyoruz. Bunların hayata geçirilmesinin daha fazla ertelenmesi, Afganistan’daki bütün siyasetimizin yerle bir olması anlamına gelir. Eğer Afganistan’ı kaybetmek ve onu bize dost bir devletten düşman bir devlete dönüştürmek istemiyorsak söz verilen askeri teçhizatın oraya derhal gönderilmesi zaruridir (bunun listesi o sırada Politbüro tarafından onaylanmıştı).
Türkiye’ye söz verilen silah yardımının derhal verilmesi zaruridir, zira verilen sözlerden sonra gecikme, Mustafa Kemal’i bize geveze ve sahtekâr olarak bakmaya teşvik edecektir ve daha da önemlisi, devrimci Türkiye bozguna uğrayabilir, oysa bu yardım, bizim zayıf kaynaklarımız açısından bile önemsiz olsa da, pratik ve moral olarak büyük bir anlama sahiptir.
Ama Politbüro tarafından alınan kararlara rağmen silahları alamıyoruz.
Bugün bir şeylere karar veren ama yarın kararlarını yerine getirmeyen, bugün yardıma söz veren ama yarın onu vermeyen bir siyaset, bizi itibarsızlaştırır ve doğudaki devasa itibarımızı ve etkimizi de yerle bir eder (bunu hissediyoruz).
Doğudaki faaliyetimizdeki karşı koyuşa başka bir alanda daha rastlıyoruz.
Genelkurmay Akademisi Doğu Dairesi doğu için çalışanlar hazırlıyor, Savunma Halk Komiserliği’nden ve MK’den, Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan ve Uzak Doğu için 23 askeri uzmanın bize verilmesini istemiştik, üç hafta süren sıkıntılardan sonra bu 23 adayın neredeyse hepsi batı cephesine sevk ediliyor; üstelik bunların çoğu doğu dillerini biliyorlar ve yarıdan fazlası da Müslümanlar. Bu, hâlihazırda, I. devre mezunu, doğu dillerini bilmeyen ve batı cephesine gönderilmeyen Rus Genelkurmaycıları bulunduğu sırada yapılıyor. Bu, bizim doğu siyasetimize kendine has bir karşı koyuştur. Biz MK’den, hiç değilse Türkçe, Farsça ve Hinduca bilen genelkurmaycıların bizim emrimize verilmesini rica ettik. Aksi takdirde Türkiye, İran ve Afganistan’a misyon gönderemeyiz. Buysa, İran Cumhuriyeti’nin lafta değil fiilen başarısızlığı, Türkiye’deki devrimci mücadelenin muhtemelen başarısızlığı ve Hindistan’daki faaliyetimizin inkârı anlamına gelecektir.
Bizim istediklerimizin, batı cephesi için gerekenin önemsiz, pek az bir kısmı olduğuna dikkat çekiyoruz; ama bu pek az şey, doğuda beklenmedik, devasa sonuçlar verecektir; batıdaki zaferlerle ortak bir ilişki içinde doğudaki başarılarımızın da, uğruna askeri teçhizat ve insan gücümüzden de pek az bir kısmı harcamak gereken bir önem taşıdığını düşünüyoruz.”
G. V. Çiçerin’den İ. V. Stalin’e, 22 Kasım 1921
Yoldaş Stalin’e.
Sayın yoldaş,
Batı ülkelerindeki iktisadi siyaset üzerine benim mektubuma karşı, kendi iktisadi durumumuzla ilgili son derece karamsar temeldeki itirazlarınız, Antant sermayesinin doğu ülkelerinde derhal kök salacağını ona karşı bizim güçsüz olduğumuzu ileri sürüyor. Ama öyle değil. Mesele, bizim yerimizde bekleyemeyeceğimiz, epey uzun bir süreç meselesi. Batı kapitalizmiyle organik olarak bağımlı olan ülkelerde bile milli burjuvazi Antant’ın kapitalist istilasına derhal teslim olmuyor, aralarında uzun bir mücadele devam ediyor. Romanya’da Take Ionescu, Antant’ın istilacı kapitalist menfaatlerinin temsilcisidir, ama ona karşı ve bu menfaatlere karşı Brătianu ve en genelde Antant duyargaçlarının henüz soğurup tüketemediği milli sermaye tarafından amansız bir mücadele yürütülüyor. Doğu ülkelerinin, Romanya seviyesine olsun varacakları ana kadar daha çok uzun yolları var. Ama biz de bu sırada yerimizde beklemeyeceğiz.
Üç Yakın Doğu ülkesini ele alalım. Türkiye’de iktidarda milliyetçi küçük burjuvazi bulunuyor. Son iki senedir Türkiye’de olanlar, bir küçük burjuva devrimine eşdeğerdir. Küçük burjuva subaylar, şehir küçük burjuvazisi, zengin köylülük, eski yönetici kesimle, keza Avrupa’ya eski iktisadi bağımlılık biçimleriyle ilişkilerini epey radikal bir şekilde koparıp attı. Avrupa’nın eski Türkiye ile ilişkilendirdiği her şey onlar tarafından süpürülüp atıldı. Milli kurtuluş mücadelesinde Türkiye’nin burjuvalaşması ve demokratikleşmesi meydana geldi, Avrupa sermayesi de kovuldu. Şimdi yeni bir süreç başlıyor. Fransızlarla anlaşma, Fransızların ilk olta atışı; bunun arkasından süreç, zaruri olarak uzun sürecektir. [5] Ancak sanayi geliştiğinde, doğal zenginlikler büyük sermayenin ellerine geçtiğinde ve bu büyük sermaye Antant sermayesiyle kaynaştığında, Türkiye’nin Antant tarafından iktisaden soğurulmasının zamanı ancak o zaman gelecektir. Ama bu, çok uzun bir süreçtir.
İran, bizim dış siyasetimiz sayesinde, İngiliz egemenliğinin sarsılmasının balayını yaşıyor. Ayanın İngilizler tarafından satın alınması da söz konusu, ama bu, Lynch imtiyazlarının iptaline engel olamadı. Ama bu vakıa bizde yeterince dikkat çekmiyor. İngiltere diktatörlüğünün devrilmesi neticesinde uykudan uyanan burjuva İran, İngiliz sermayesi tarafından Lynch imtiyazları şeklinde boynuna sarılan kemendi üzerinden attı. [6] İran’ın Antant sermayesi tarafından soğurulmasından ancak, Türkiye hususunda işaret ettiğim gibi uzun bir sürecin ardından söz edilebilir. Afganistan’daki, neredeyse 18. yüzyıl aydınlanmacı monarkları tipindeki neredeyse mutlakiyetçi, aydınlanmacı monark, Türklerin ve Almanların yardımıyla, kendi sanayisinin gelişmesi için ön şartların yaratılmasıyla cebelleşiyor. [7] Orada çok daha uzun bir yol var.
Yerel sanayinin İngiliz eliyle geliştiği Mısır’da bile, hatta çok gelişkin bir sanayiye sahip Hindistan’da bile İngiliz diktatörlüğüne ve İngiliz sermayesinin iktisadi boyunduruğuna karşı son derece güçlü kurtuluş hareketleriyle karşılaşıyoruz. Eğer Mısır’da kendi milli burjuvazisi gelişirse ve eğer o da uzun bir süreçte kendi milli kapitalizmini geliştirirse, o zaman Antant sermayesiyle kaynaşma yoluyla de-nasyonalizasyon ve Mısır’ın iktisaden İngiltere’nin tabiyetine girmesi meydana gelecektir. Mesela İsveç’in İngiliz sermayesi karşısında içinde bulunduğu bu tabiyet durumu, ancak kapitalizmin çok uzun süreli bir gelişme sürecinin ve yerel sermayenin dünyadaki Antant sermayesiyle organik kaynaşmasının arkasından mümkün olabilir. Doğu ülkelerinin bu duruma varmasına eksiksiz bir tarihi dönem vardır.
Ama biz de yerimizde durmayacağız. Bugün tuttuğumuz yolun örneği bulunmayan orijinalitesi şuradadır: Proletarya siyasi iktidarı elinde tutuyor ve sermayenin hizmetini, onun siyasi hâkim sınıf haline gelmesine imkân vermeden satın alıyor. Bu, iktidarın zaptı ilkesinin evrensel bir tarihi tecrübesidir. İngiliz guild sosyalizminin temsilcisi Bechhofer ile görüşmemde sistemlerimizin birbirinin tamamen zıttı olduğuna işaret etmiştim. [8] Guild sosyalistlerinin ileri sürdüğü ilkede, iktisadi iktidar siyasi iktidarı öyle bir önceliyor ki, kendileri siyasi mücadeleyi tamamen inkâr ediyorlar ve münhasıran büyük endüstri sendikalarının kurulmasıyla uğraşıyorlar. Proletarya tarafından siyasi iktidarın ele geçirilmesi anının üzerini tamamen çiziyorlar. Bizse şu anda, proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesinin, katı şekilde kontrol ettiğimiz özel sermayeye sınırlı bir faaliyet alanı sunabiliyor olmamıza yol açtığını gösteriyoruz. Rusya’yı böylelikle Antant sermayesine iktisadi bağımlılıktan kurtarıyoruz. Kerenskicilik demokratik bir görünüş ve fiiliyatta Antant sermayesinin diktatörlüğü anlamına geliyordu.[9] Siyasi iktidarı ellerinde sımsıkı tutan proletarya, sermayeyi, Rusya’yı iktisaden kendi tabiyeti altına almasına izin vermeksizin kullanabilir. Bunun neticesi olarak yeni siyasetimiz de, tıpkı ilk, dolaysız devrimcileşme siyasetimiz gibi, Antant sermayesine bariz bir tezat teşkil ediyor. Biz ve Antant arasında anlaşmalar ve mutabakatlar olabilir, ama yeni siyasetimizle de karşıt kutuplarda kalacağız.
Ama tam da bu şekilde, doğu ülkelerinin Antant sermayesi tarafından soğurulmasına karşı koyacak durumda olacağız. Asya’nın, ve yalnızca Asya’nın da değil, iktidarından kurtulmuş olması yüzünden, daha şimdiden onunla dünya ölçeğinde mücadele ediyoruz. İktisaden ne kadar zayıf olursak olalım, Letonya’da kök salan İngiliz sermayesine karşı koymak için ne kadar güçsüz olursak olalım, gene de Letonya, iktisaden münhasıran bize dayanarak, İngiliz sermayesi tarafından soğurulmaktan kaçınabildi. Letonya’nın İngiliz bankaları tarafından finanse edilmesi projeleri de sadece ve sadece, Letonya’nın bizde belli bir ölçüde iktisadi dayanak bulması sayesinde hayata geçmedi. Polonya’daki barışçıl akım da önemli ölçüde, Polonya burjuvazisinin Fransa tarafından soğurulmamak için bizimle iktisadi ilişkilerde bir dayanak bulmak hedefi gütmesine yaslanıyor.
Bu yüzden, başlamış bulunan ancak süresini bilmediğimiz tarihi dönem boyunca, doğu ülkelerinin Antant’ın bütün dünyayı saran sermayesi tarafından iktisaden soğurulmasına karşı mücadelesinde dayanak olabileceğimizi ileri sürüyorum. Bu, kendi iktisadi hayatımızın gelişmesi ve Sovyet cumhuriyetinin siyasi kudreti için son derece geniş bir alan açacaktır ve doğu ülkelerinde, bu suretle Rusya ve onun proleter iktidarıyla ilişki kuracak olan işçi ve köylü hareketlerinin gelişmesi için son derece elverişli şartlar yaratacaktır.
Bu yüzden, günümüzdeki ödevin, bütün güçlüklere rağmen, doğu ülkelerinde bağımsız bir iktisat siyaseti yoluna derhal girmek olduğunu düşünüyorum.
Komünist selamlarla,
Çiçerin.
İ. V. Stalin’den G. V. Çiçerin ve V. İ. Lenin’e (22 Kasım 1921’den sonraki bir tarih)
Yoldaş Çiçerin’e.
Kopyası yoldaş Lenin’e.
Ben hâlâ, doğu devletlerindeki iktisadi siyasetimizin imkânlarına dair kendi görüşümdeyim.
Elbette günün birinde içerideki yıkım halinden çıkacağız ve çıktığımızda da bu devletlerde iktisadi kombinasyonlardan söz etmek mümkün olacak. Ama Türkiye’de ve Afganistan’da düşmanlarımızın milyonları karşısında geri çekilmemiz gerektiğinde, İran’da ise bütün ıstıraplara rağmen karşımızda bir İngiliz hükümeti bulmuşken mevzumuz, “geleceğin şarkısı” değil, güncel pratik siyasettir. 1) Rus rublesi düştüğü, 2) ihracat fonumuz olmadığı veya neredeyse olmadığı, 3) dış ticaret dengemiz ümitsizce ekside bulunduğu, yukarıdaki üç noktada iktisadi yetersizliklerimizi karşılayabilecek kadar yeterince altınımız bulunmadığı sürece, yukarıda mezkûr ülkelerde düşmanlarımızla rekabet etmek için ne ticari ne de sınai gücümüz olmadığından hiçbir kuşku duymuyorum.
Sizin ikinci mektubunuzda da meselenin böyle (pratik) şekilde ortaya konmasına karşı herhangi bir itiraz bulamadığımı itiraf etmeliyim.
Öte yandan, önümüzdeki yıllarda pratik bir siyaset inşa etmemiz de mesele ancak bu şekilde konulduğunda mümkün olabilir. Elbette bütün bunlar da aynı şartlarda, yani uluslararası ilişkilerde her şeyin bugünkü gibi barış içinde yürümesi şartıyla mümkündür ki, bunu kesin şekilde öngörmek de elbette mümkün değil.
Ben, kuvvetlerin sınai gelişim için yukarıda mezkûr doğu devletleriyle sınır bölgelerde, yani Azerbaycan, Sibirya, Türkistan’da yoğunlaştırılmasının daha akılcı ve daha pratik olacağını düşünüyorum; zira bu bölgelerde sınai bağların başarılı bir şekilde gelişmesiyle, ilkin ticari daha sonra da sınai bağların bu devletlere uzatılabilmesi ve bunların iktisadi olarak Rusya’nın etkisi altına alınabilmesi imkânını kazanırız. Örneğin Azerbaycan’a birer fabrika (tekstil ve deri işleme), Türkistan’a ikişer ya da üçer fabrika (tekstil ve deri işleme) taşınabilir, diyelim ki Urga ve Sibirya demiryolu arasında Moğolistan ve Uzakdoğu Cumhuriyeti ile ortak ilkelerde demiryolu hattı açılabilir, Bu tedbirler, sizin fabrikaları Türkiye’ye taşıma planınız gibi gerçeklikten uzak ve fantastik değildir, zira bu durumda yabancı bir devlette değil kendi devletinde, yani Rus rublesinin dolaşımda bulunduğu (yani altın harcamaya gerek olmayan) ve böyle girişimlerde bulunmak için ön çalışmanın yapılmış olduğu (ön şartlar mevcut, Sovyet iktidarının yerel organları bu girişimleri coşkuyla destekler, Urga-Sibirya arasındaki karayolu demiryolunun açılmasını kolaylaştırır, vb.) kendi bölgelerinde yerleşmek gerekir. Bence, meselenin sizin tarafınızdan konuluşuyla ancak dolaylı bir ilişki taşıyan bu minimalist iktisadi planda bile, kamu iktisadımızın günümüzdeki durumunda fiiliyatta güçlerimizi aşırı yormadan ve orta Rusya’nın kamu iktisadi girişimlerine hiçbir zarar vermeden ilerleyemeyiz; oysa bu ikincileri gerçekleştirmeden Rusya’da kamu iktisadını ayakları üzerine dikmeyi ve Antant’ın Rusya’yı iktisaden köleleştirme gayelerine karşı koymayı hayal bile edemeyiz.
Letonya ve Estonya’ya gelince, onları Türkiye ve İran ile aynı kefeye koymak kesinlikle mümkün değildir, zira (Letonya ve Estonya) Rusya ve Avrupa arasında bir geçiş halkası olmalarıyla ve bizi Avrupa’ya bağlamalarıyla, kaçınılmaz, Rusya’nın kamu iktisadının ayağa dikilmesi için zaruri elemanter unsurlar olarak bizim cephaneliğimizdedirler; oysa bunu Türkiye ve İran için kesinlikle söyleyemeyiz.
İ. Stalin.
(Kaynak: Большевистское руководство. Переписка. 1912—1927: Сборник документов — М.: РОССПЭН, 1996. Belge 83, 138 ve 139.)
Notlar
[1] Şalva Z. Eliava (1883-1937). 1920 temmuz-ekim ayları arasında büyükelçi (bu sırada Sovyet büyükelçilerine “tam yetkili temsilci” deniyordu). Eliava’dan önce de Ankara’da Sovyet Rusya’nın diplomatik temsilcisi sıfatıyla bir yıl kadar A. A. Kistyakovskiy bulunmuştu, ama bu sırada henüz elçilik çalışması yoktu.
[2] RKP(b) 9. Kongresi tarafından Nisan 190’de Politbüro’ya şu üyeler seçilmişti: Lenin, Troçki, Kamenev, Krestinskiy, Stalin. Aday üyeler: Zinovyev, Buharin, Kalinin.
[3] 22 Mayıs’ta da Afganistan’a da benzer şekilde altın, silah ve cephane yardımı yapılması kararlaştırılmıştı.
[4] Bak. Yalın H. “Üç çeyrek asırdır muhalefette: Kemalizm -1-“. Politik Yol, 17 Ağustos 2020. URL: https://www.politikyol.com/hazal-yalin-yazdi-uc-ceyrek-asirdir-muhalefette-kemalizm-1.
[5]Fransa ile 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması. Böylece Ankara ve Paris, aralarındaki çatışmaların sona ermesinde, Kilikya’daki Fransızların tahliyesinde, ancak Hatay’ın Fransız mandası altında Suriye’de kalmasında anlaşmışlardı.
[6] Lynch Brothers, İngiltere’nin en eski emperyalist tekellerinden biri; 1841’de Bağdat’ta kurulmuştu ve bütün Yakın Doğu’da ballı imtiyazlar almıştı. Şirket bugün de İngiliz saldırganlığının motor güçlerinden biri.
[7] Amanullah Han, 28 Şubat 1919’da tahta çıkmıştı.
[8] Guild sosyalizmi, 20. yüzyıl başlarında, fabyancılığın yıkıntıları üzerinde doğmuş reformizm. Gildçilere gore İngiltere’de sosyalizme geçiş, millileştirilen işletmelerin milli bir işçi loncası idaresine girmesi yoluyla tedricen gerçekleşecekti.
[9] Kerenski, Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nden sonra kurulan geçici hükümetin başbakanı; Ekim Devrimi’nden sonra ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve “Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin