İBB iddianamesinde olmayanlar-Murat Ağırel (Cumhuriyet)
“Siyasi nitelikli davalarda yargı süreci başlamadan önce kamuoyuna sistematik bilgi sızdırılır. Amaç, “hukuki yargıdan önce toplumsal yargıyı oluşturmak”tır. Kişi ya da kişiler daha mahkemeye çıkmadan kamuoyu nezdinde suçlu ilan edilir. Uzmanlar buna “önyargısal linç” veya “ön mahkûmiyet stratejisi” diyor. Hedefte olan kişiler önce kamuoyunda itibarsızlaştırılmaya çalışılır. Kamuoyuna “Gördünüz mü, bu kişiler böyle” mesajı verilir.
Nereden biliyorsun diye sormayın. Kendi davalarımdan biliyorum.
Şehitlerimiz için paylaştığımız bir sosyal medya mesajı sonrası casusluk ile suçlandım. Hatta “960 saniye yabancı haber ajansı ile görüşmüş, öyle paylaşım yapmış” dendi!
Yani yurtdışı istemiş, ben paylaşmışım.
Manşet manşet yazıldı, televizyonlar bangır bangır programlarında anlattı.
Bizim ise haberimiz dahi yoktu çünkü gizlilik kararı vardı.
Avukat bana sordu. Tarih verilince, Sputnik radyoda o dönemki kitabım Sarmal ile ilgili yaptığım röportaj olduğu ve YouTube’da canlı yayının durduğu ortaya çıktı.
Bangır bangır yayın yapanlar, yazanlar özür diledi mi? Hayır.
Biz bu suçlama ile yargılandık!
Neden anlatıyorum?
İBB soruşturmasında da aynı süreç yaşandı.
İddianameyi satır satır okumaya devam ediyorum, notlar alıyorum. Özellikle soruşturma aşamasında iddianamede yer alan bilgiler açık açık yazıldı, sosyal medya hesaplarından gündem yapıldı.
Şimdi bu iddiaların bir kısmını arıyorum iddianamede, ama yok!
Mesela İmamoğlu’nun otellerde yapmış olduğu toplantılarda kamera bantlanması ve yanındaki ekibin taşıdığı valiz çok konuşuldu.
Valizlerin para dolu olduğu günlerce yazıldı. Herkes linç edildi.
Oysa valizlerde para değil, rahmetli Kadir Topbaş döneminde alınan jammer (sinyal kesici) cihazları vardı ama ne önemi vardı ki?
Şimdi iddianamede valizlerin içinde jammer olduğu kabul edilmiş.
E peki valizlerde para olduğunu iddia eden kişiler?
Sanki yalan söylememişler gibi iddianameyi anlatıyorlar!”
Özgür Özel cumhurbaşkanı adaylığına koşuyor-Abdulkadir Selvi (Hürriyet)
“Cumhurbaşkanı adaylığı sorulduğunda Özgür Özel hep, “Ben Cumhurbaşkanı adayı olmayacağım. Tek başıma da aday belirlemeyeceğim. Gümbür gümbür seçimi kazanacak birisi aday olacak” demişti. Bu şekilde onlarca açıklaması mevcuttu.
Sonra birden Özgür Özel’in bir meydan okuma ile ortaya çıktığına tanık olduk.
Ekrem İmamoğlu iddianamesi ortaya çıkınca Özgür Özel strateji değiştirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çağrı yaptı. “Buradan Erdoğan’a Türkiye siyaseti açısından bir dönüm noktası olabilecek bir çağrı yapıyorum” diyerek çağrısını güçlendirdi. İmamoğlu davasında yargılananlardan, ailelerinden özür dilerse Erdoğan’la yarışmaya hazır olduğunu açıkladı. “Ben bundan sonra siyasi mücadeleyi seninle sandıkta yapmaya varım. Önümüzdeki baharda diyorsan baharda, yok iki ay sonra karda kışta diyorsan karda kışta sandığın gelmesine aday olursan seninle yarışmaya hazırım” dedi.
Burada ailelerden, İmamoğlu davası sanıklarından özer dilenme çağrısı Demirel tarzı bir siyasi kurnazlıktır. Siyasi olarak bir meydan okumadır. Cumhurbaşkanı adaylığına hazırlanırken şart ileri sürüp kendi tabanında bir meşruiyet zemini oluşturma hamlesidir. Ayrıca hırsızlıktan, rüşvetten, ihaleye fesat karıştırmaktan özür dilenmez. Çünkü bunlar yüz kızartıcı suçlardır.
Ama asıl niyet cumhurbaşkanı adaylığını ilan etmektir. Şimdiye kadar Özgür Özel’in her adımda cumhurbaşkanı adaylığına daha çok yaklaştığını yazan, her hamlesiyle cumhurbaşkanı adaylığına hazırlandığını yazan birisiyim. Özgür Özel her defasında, “Ben cumhurbaşkanı adayı değilim” diye açıklama yaptıkça bu sözlerini kesip bana gönderiyorlardı. Ben de biraz sabredin diyordum. “Cumhurbaşkanı adaylığı hiçbir faninin elinin tersiyle iteceği bir makam değildir” diyen Demirel’den örnek veriyordum. Özgür Özel’in bu açıklaması cumhurbaşkanı adaylığına giden süreçte bir milattır. 12 Kasım tarihini bir kenara not edin. Çünkü bu bir dönüm noktasıdır. İmamoğlu iddianamesinin açıklanmasıyla birlikte Özgür Özel, stratejisinin ikinci aşamasına geçmiştir. Bu da cumhurbaşkanlığı adaylığına CHP tabanını hazırlama ve ikna etme sürecidir.”
Niye inanırız neden inanmayız-Soner Yalçın (Nefes)
“İBB/İmamoğlu iddianamesi halen yayın yasağı kapsamında.
Ama dosyadaki iddialar ekranlarda gazete manşetlerinde lehte-aleyhte tartışılmaya devam ediyor! Kuşkusuz bu da kamuoyuna yansıyor; nereye gitseniz konu sadece iddianame…
Herkes, peşinen inandığına göre sayfaları bir yanından tutup çekiştiriyor. Duygu, aklın önüne geçiriliyor…
İnsanların bu iddialara neden ve nasıl inandığı, yani siyasi hakikat, güven, delil, ideoloji, psikoloji, otorite gibi kavramlara dayanıyor.
Yani her birey iddianameyi; kendi dünya görüşüne, siyasi pozisyonuna, adalet anlayışına, otoriteye duyduğu güvene veya güvensizliğe, medya etkisine, grup aidiyetine göre yorumluyor…
Bu yüzden iddianame, birine göre “gerçekleri ortaya çıkaran metin”, diğerine göre “siyasi operasyon”, bir başkasına göre ise “bürokratik güç gösterisi” oluyor…
Böylece iddianame hakikatin değil, toplumsal güvenin testi hâline getiriliyor:
-Devlete/yargıya yüksek güven duyan gruplar, iddianameye daha kolay inanıyor.
-Devlete/yargıya düşük güven duyan gruplar, iddianameyi baştan reddediyor.
Böylece herkes inandığını doğru-gerçek kabul ediyor, psikolojik inanç gerçeğin önüne geçiyor!
Peki soru şu:
İnsanlar gerçeğe nasıl karar veriyor? Neden inanıyor?
Açayım:
Öncelikle şu gerçeğin altını çizelim:
Unutmayınız ki, “iddia” en basit anlatımla doğruluğu henüz kanıtlanmamış olandır. Kesinliğe karar verecek yargı sürecidir.
Ve fakat:
Bir iddianamenin; siyasal felsefe, hukuk felsefesi, kamusal akıl, iktidar-muhalefet ilişkisi, meşruiyet, adalet anlayışı gibi farklı açılardan kapsamlı değerlendirmesi yapılabilir.
27 Mayıs… 12 Mart… 12 Eylül… Ve niceleri…”
İğrenç ağ… şantaj ve susturma dünyası-Umur Talu (T24)
“Muhtemelen izliyorsunuzdur: ABD’de “yeniden” patlayan “Epstein, pedofili ağı” dosyaları!
Hayata neredeyse sıfırdan başlayıp ilişkiler ağıyla, sivri ve sinsi zekasıyla büyük varlık, ada, uçaklar sahibi olan; cezaevinde “intihar ettiği” söylenen şahsın kurduğu “ulusal, uluslararası, yüksek düzey” çocuk istismarı şebekesi.
ABD’nin halihazırdaki başkanına da onun geçmişine de, önceki başkan ya da üst düzey devlet görevlilerine, siyaset, sanat ve akademi dünyasına, başka ülkelere, belki Ankara’ya bile uzanmış bir ağ.
Çocuk yaşta kızların istismarı, köleleştirilmesi, ünlülere sunulması elbette bu iğrençliğin kirli ana damarı. Ama başka şeyler de var.
ABD’de Demokrat Parti’nin 2 bin küsur “Epstein elektronik postası”nı açıklamasından sonra muhtemelen tüm dosya açılacak. Yıllar süren bu iğrençlik geride onca iz, onca şüphe, onca öfke dışında elbette küçük yaşlarda istismar edilmiş onca kurban bıraktı. Ve çok sayıda da “şaibeli ölüm!”
“Ağ içindeki bir başka önemli ağ” ise, Epstein’ın yabancı istihbarat servisleriyle kurduğu ilişkiler ve hem ABD’de, hem ABD’deki üst düzey politikacılara karşı oluşturulmuş şantaj videoları, belgeleri…
Rusya ve Putin de var muhtemelen ama ilk sırada İsrail ve Mossad var. Epstein’ın, “kan bağı” da olan İsrail’e, istihbarat ağına çok sayıda ABD yöneticisiyle ilgili bilgi, belge, kayıt verdiği kuvvetli bir şüphe. Kimilerinin İsrail’den çok İsrailci tavrının arkasında ise böyle bir “şantaj ağı” olduğu de o şüphenin doğal parçası.
İsrail’in eski savunma bakanı ve başbakanı Ehud Barak’la özel ilişkileri olan ve onu da Mossad’ın önemli isimlerinden Yoni Koren’i de evinde ağırlamış olan Epstein, ayrıca İsrail güvenlik şirketlerinin çeşitli ülkelerde iş yapabilmesinde de aracılık yapmıştı.
Bir İsrail güvenlik şirketi “evinize” girdiğinde, artık “Mi casa su casa” yani “Evim, evindir” oluyor zaten! Bunları sadece ABD açısından yazdığımı düşünmüyorsunuz, eminim. Bir de kendi ülkeniz, ülkemiz var. Kendi evimiz yani!
O dosyalardan birinin ucu da Ankara’daki, Bahçeli’nin deyişiyle “çok bilmiş ve başka ülkelerin iç işlerine karışan” ABD elçisine, yani Suriye Özel Temsilcisi olan şahsa da ulaşıyor ama belki de Ankara ve Türkiye ondan ibaret değil.”
Erdoğan, Kocabıyık’tan bizzat şikayetçi-İsmail Saymaz (halktv.com.tr)
“Hüseyin Kocabıyık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en zor anında, “Muhtar bile olamaz” diye manşet atılan zamanda, 1999’da Pınarhisar Cezaevi’nde tutukluyken yanı başındaydı.
Bu dostluk Pınarhisar’da kalmadı.
Kocabıyık, 2015 yılında AK Parti’den İzmir Milletvekili olarak TBMM’ye girdi.
Aralarındaki ilişki, Kocabıyık’ın 2022 yılında Gezi Parkı Davası’nda işadamı Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesini X’te “Hayatımız boyunca Menderes’i ipe çeken zalim hakim ve savcılara lanet okuduk; şimdi onların benzerleri vicdansız hükümler kuruyorlar” diye eleştirince tuzla buz oldu.
Beştepe, faturayı Kocabıyık’ın eşine kesti.
Uşak Valisi Funda Kaya, derhal merkeze çekildi.
Kocabıyık, geri adım atmadı ve eleştirilerini sürdürdü.
19 Mart Operasyonu’na muhalefet etti.
Bir gün sonra “Recep Tayyip Erdoğan… Geleceğin yer burası mıydı? Biz bunlar için mi mücadele ettik? Bunun için mi mahkemelerde süründük yıllarca? Sen aslında kendine darbe yaptın, haberin yok!” diye yazdı.
Dakikasında AK Parti’den ihraç edildi.
Kocabıyık, Pınarhisar’da çekilmiş bir fotoğrafı X’te yayınlayarak, yanıt verdi.
Fotoğrafta Erdoğan, iki insanla gülerek sohbet ediyor.
Biri, 15 Temmuz’da oğluyla birlikte şehit edilen, sonradan AK Parti’nin reklam kampanyalarını yöneten Erol Olçok.
Diğeri, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in baş danışmanlığını yapan Hüseyin Kocabıyık.
Kocabıyık, bu fotoğrafı şu sözlerle paylaştı:
“Burası Pınarhisar Cezaevi. Bu fotoğrafın içinde o gün hukuksuzluğa, haksızlığa uğrayan Recep Tayyip Erdoğan var. Bugün benim için ihraç kararı verenlerin çoğu daha ilk mektep talebesiydi muhtemelen. Ak Partili olmayı şeref çizgisinden utanılacak bir çizgiye taşıyanlar utansın!”
Kocabıyık, yılmadı.
Halk TV’de yayınlara katıldı.
6 Ekim’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan söyleşisi Beştepe için bardağı taşıran hamle oldu.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açtı. Ankara’daki evinde gözaltına alınan Kocabıyık, ertesi gün cumhurbaşkanına hakaretten tutuklandı.”
Bütün tuşlara basınca-Ahmet Taşgetiren (Karar)
“Şöyle bir soruyla girelim:
-Acaba Ak Parti liderliği, 2019’da 31 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun 13 bin oy farkıyla kazandığı seçimi iptal ettirip, ülke yeniden seçime götürülünce sonucun değişeceğine gerçekten inandı mı?
İkinci bir soru da şu:
-Acaba Binali Yıldırım’ın kampanyasına canıyla – başıyla katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Haziran’dan hemen üç – beş gün önce, (18 Haziran’da) “Bizim lügatimizde boş konuşmanın, hele hele yalan ve iftiranın asla yeri yoktur, olmayacaktır” dedikten sonra “Pazar günü Sisi mi diyeceğiz Binali Yıldırım mı diyeceğiz?” deyince insanların buna hemen inanacağını, dolayısıyla 31 Mart’ta Binali Yıldırım’a oy vermeyenlerin bu defa vereceklerini mi düşünmüştür?
Sisi malum o seçimde sayın Cumhurbaşkanı ve Ak Parti liderinin Ekrem İmamoğlu için yakıştırdığı sıfattı.
Yine malum, olmadı. 23 Haziran’da yenilenen seçimi, bu defa 806 bin oy farkıyla kaybetti Erdoğan’ın adayı Binali Yıldırım.
Galiba o günlerde iktidar iradesi, seçim iptalini de, rakip adayı “İslam dünyasının en kötüsü”ne benzetmenin de kendisine seçim kazandıracağını hesaplamıştı. Olmadı. Sonra sonra, malum, “İslam dünyasının en kötüsü”, el sıkışılabilir, hatta kucaklanabilir, ülkede misafir edilebilir oldu.
İktidar cenahının bu “Ekrem İmamoğlu işi” devam ediyor. Adam, Cumhurbaşkanlığında da favori görülünce, Sisi’ye benzetilmeye rahmet okutacak bir muamelenin içine sürüklenmiş durumda. Acaba bugün İmamoğlu’nu Mursi’ye benzetmek daha doğru olmaz mı?
Yolsuzluk, rüşvet, irtikab, suç örgütü liderliği falan geçildi, artık casusluktan yargılanıyor. Hakkında bilmem kaç yüz yıllık hapis cezası isteniyor.
Acaba ne oluyor? Niye yolsuzluk, suç örgütü liderliği vs yetmiyor da buna bir de casusluk ekleniyor?”
Not: Başlıklara tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
