Orta Doğu’nun tarihini çoğu zaman gürültü yazmıştır.
Savaşların patlaması, darbelerin yankısı, yıkımların tozu, devrimlerin coşkusu… Bu coğrafya hep sesli olmuştur. Ama o gürültünün ortasında, daha derinde, daha belirleyici bir sessizlik vardır. Bu sessizlik, bilgelikten değil; korkudan, çıkarların dengelenmesinden, emperyal sistemin görünmez kurallarından doğmuştur.
Tarihin her döneminde, büyük savaşların ortasında sessiz kalan, “tarafsız” görünen ama aslında sahnenin arkasında dengeyi tutan bazı devletler olmuştur. Onlar silah çekmez, ama masayı kurar. Ateş etmez, ama ateşkesi biçimlendirir. İşte bugün Orta Doğu’da bu rolü üstlenen dört ülke vardır: Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE).
Bu ülkeler görünüşte istikrarın teminatıdır; ancak gerçekte emperyalizmin sürdürülebilirliğini garanti eden sessiz taşlardır. Onların sessizliği, barışın değil, büyük güçlerin konforunun sesidir. Çünkü bu sessizlik, kendi halklarının özgürlüğünden değil, dış desteğin sürekliliğinden beslenmektedir. Ürdün Batı’nın güvenlik tamponu, Mısır yardım ekonomisinin tutsağı, Suudi Arabistan petrolle kurulu bir güvenlik rejimi, BAE ise finansal bağımlılığın yeni vitrini haline gelmiştir.
Orta Doğu’nun yeni düzeninde artık tankların sesi değil, uluslararası sermayenin, enerji hatlarının, teknoloji transferlerinin ve stratejik bağımlılıkların sesi belirleyicidir. “Sessiz aktörler”in politikası, bu sessizliğin konfor alanında şekillenmektedir. Gürültü yapanlar sahnede, sessiz kalanlar sahnenin arkasındadır. Ama yönü belirleyen, her zaman sahne arkasıdır.
Bu ülkelerin ortak stratejisi, krizleri yönetmek ama asla çözmemektir. Çünkü çözüm, mevcut düzenin sonu anlamına gelir. Bu nedenle Orta Doğu’da sessizlik, bir tür sigorta gibidir, Batı’nın müdahalesini gerektirmeyecek kadar istikrarlı, halkların özgürleşmesine izin vermeyecek kadar denetimli bir denge. Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE bu dengenin sessiz mimarlarıdır. Onlar konuşmadıkça emperyal düzen işlemeye devam etmektedir.
Ancak bu sessizlik aynı zamanda bir ahlaki çöküntüyü de içinde taşır. Çünkü bu ülkelerin diplomatik soğukkanlılığı, insanî sorumluluğun yerini almıştır. Filistin bombalanırken sessiz kalan diplomasi, Yemen yanarken konferans düzenleyen barış masaları, Suriye parçalanırken sınırlarını kapatan “tarafsızlık”, işte bu coğrafyanın yeni utanç biçimidir. Sessizlik, artık diplomasi değil, suça ortaklık haline gelmiştir.
Bugün Orta Doğu’nun kaderi, ne İsrail’in gürültüsünde ne İran’ın meydan okumalarında; bu dört ülkenin sessizliğinde belirlenmektedir. Çünkü sessizlik, bazen silah sesinden daha derin bir etki yaratır. Ürdün’ün suskunluğu, Mısır’ın temkinliliği, Suudi Arabistan’ın kontrollü pragmatizmi ve BAE’nin çıkar odaklı sessizliği, birlikte bir “bölgesel denge illüzyonu” üretmektedir. Bu illüzyonun adı barış değildir; yönetilebilir bir istikrarsızlıktır.
Orta Doğu bugün görünürde daha sakin, ama aslında daha tehlikelidir. Çünkü sessizliğin ardında, gürültüden çok daha derin bir bağımlılık vardır. Ve bu sessizliğin sürdüğü her gün, emperyalizmin bölgedeki ömrü biraz daha uzamaktadır.
Ürdün: Dengenin Sessiz Hafızası
Ürdün, yüzölçümü küçük ama stratejik değeri büyük bir ülkedir. 1946’da bağımsızlığını kazandığından bu yana, bölgenin her krizinde “denge unsuru” olarak konumlandırılmıştır. Ancak bu denge, Ürdün’ün kendi iradesinden çok, büyük güçlerin biçtiği bir roldür. İngiltere’nin kurduğu Haşimi monarşisi, “Soğuk Savaş” boyunca Batı’nın en güvenilir Arap müttefiki olarak kaldı. 1994’te İsrail’le imzalanan barış anlaşması, Ürdün’ü ABD’nin güvenlik mimarisine entegre etti. Bugün ülkenin istikrarı Washington ve Londra’nın garantörlüğü altındadır.
Amman yönetimi, Filistin meselesinde arabulucu görünse de, gerçek işlevi “dengeyi korumak” değil, “dengeyi yönetilebilir tutmak”tır. Halkın yarısından fazlası Filistin kökenlidir; ancak Ürdün, bu toplumsal gerilimi siyasal bir enerjiye dönüştürmemek için Batı desteğini bir sigorta olarak görmektedir. ABD yardımları ülke bütçesinin yaklaşık yüzde 10’unu oluşturmakta, bu da egemenliğin mali teminatla sınırlandığını göstermektedir.
Ürdün’ün güvenliği, bağımsız bir ordu ya da ulusal savunma kapasitesiyle değil, diplomatik sessizlikle sağlanmaktadır. Bu durum, ülkeyi hem kırılgan hem de vazgeçilmez kılar. Çünkü Batı, Ürdün’ü İsrail’in güvenlik tamponu, Körfez ülkeleri için ise güvenli bir arka bahçe olarak görmektedir. Ürdün, konuşmadığı sürece ayakta kalır; ama her sessizliği onu biraz daha edilgenleştirir. Bugün Ürdün’ün varlığı, halkının iradesinden çok, sistemin onayına dayanmaktadır.
Mısır: Yorgun Dev, Diplomatik Ağırlık
Bir zamanlar Arap dünyasının kalbiydi Mısır. Nasır döneminde Kahire, sadece bir başkent değil; antiemperyalizmin, Arap birliğinin ve bağımsız kalkınma ideallerinin sembolüydü. 1950’lerde Süveyş Kanalı’nın millîleştirilmesi, Batı’ya meydan okumanın cesaretini taşırdı. Mısır, devrimlerin, entelektüel hareketlerin, üniversitelerin ve halkçı uyanışların merkeziydi. O dönem “Arap sosyalizmi”, bir ekonomik modelden öte, bir onur projesiydi.
Ama tarih, bu büyük ülkenin onurunu adım adım yorgunluğa dönüştürdü. 1973’teki Arap-İsrail Savaşı, askeri anlamda kısmen başarı getirse de, ülkeyi ekonomik çöküntüye sürükledi. 1979’da Enver Sedat’ın imzaladığı Camp David Anlaşması, Washington’un gözünde Mısır’ı güvenilir kıldı; ama Arap dünyasının gözünde yalnızlaştırdı. O günden itibaren Kahire, “devrimlerin başkenti”nden, “yardım ekonomisinin merkezi”ne dönüştü. ABD, Mısır’a her yıl ortalama 1,3 milyar dolar askeri yardım yapmaya başladı. Karşılığında Mısır ordusu, İsrail sınırında istikrarı sağlama görevini üstlendi. Bu, görünürde bir barıştı; ama özünde emperyalizmin güvenlik mimarisine dahil olmanın bedeliydi.
Nasır’ın bağımsızlık ideali, yerini Sedat’ın pragmatizmine, Mübarek döneminde ise durağan bir otoriterliğe bıraktı. 2011’de “Arap Baharı” sırasında Tahrir Meydanı’nda yükselen ses, bir halkın hafızasının hâlâ canlı olduğunu gösterdi. Fakat bu uyanış, kısa sürdü. Darbeler, baskılar, kaybolan gençlikler, susturulan gazeteciler… Mısır yeniden sessizleşti. Bugün Abdulfettah el-Sisi yönetimi, dış yardımlarla ayakta duran bir istikrar rejimi inşa etmiş durumda. Demokrasi, “ulusal güvenliğe tehdit” sayılıyor; muhalefet, “yabancı ajanda” olarak tanımlanıyor.
Ekonomik açıdan Mısır kırılgandır. Kamu borcu rekor düzeyde, enflasyon çift haneli, gıda fiyatları halkın alım gücünü eritmektedir. IMF kredileri, Körfez yatırımları ve ABD yardımları olmasa kamu maliyesi çöker. Devlet bütçesi borç faiziyle yutulmakta, Süveyş Kanalı gelirleri dahi cari açığı kapatmaya yetmemektedir. Mısır, kendi toprağının bereketinden değil, dış kredinin nefesinden yaşamaktadır. Halk, artan yoksulluk ve baskı arasında sessiz bir öfke biriktirmektedir.
Mısır’ın dış politikası da bu ekonomik bağımlılığın doğrudan bir yansımasıdır. Kahire, bölgede krizleri çözmek yerine yönetmekle meşguldür. Gazze krizlerinde “arabulucu” olarak sahneye çıkar ama bu rol, çoğu zaman büyük güçlerin gerilimi soğutma stratejisinin bir parçasıdır. Refah Sınır Kapısı’ndaki politikalar, bunun en net göstergesidir: Mısır, bir yandan Gazze’ye insani yardımı kolaylaştırdığını söyler, öte yandan sınır geçişlerini siyasi baskı aracı olarak kullanır. Kahire’nin diplomatik dili, insani sorumlulukla stratejik konfor arasında sıkışmıştır.
Libya iç savaşında da aynı denge oyununu oynamıştır. Bir yandan Trablus’taki hükümeti eleştirir, diğer yandan Tobruk yönetimiyle işbirliği yapar. Sudan ve Etiyopya arasında yaşanan Nil geriliminde ise kendi su hakkını savunurken, uluslararası baskılara boyun eğmek zorunda kalır. Mısır’ın diplomatik ağırlığı hâlâ vardır ama kendi karar alanı yoktur. Bugün Kahire’nin dış politikası, tarihsel mirasın gölgesinde işleyen bir diplomatik otopilottur.
Bu nedenle Mısır’ın sessizliği bilgelikten değil; tükenmişlikten beslenmektedir. Devletin refleksi artık hayatta kalmaya yöneliktir. “İstikrar” söylemi, toplumsal korkuların perdesi haline gelmiştir. Halk, sessizdir çünkü konuşmanın bedeli yüksektir. Mısır, tarihsel olarak emperyalizmin en sert yüzüyle karşılaşmış ama en kalıcı bağımlılık biçimlerinden birine de teslim olmuştur.
Bugün Kahire’nin caddeleri hâlâ kalabalık, ama o kalabalığın içinde umut azdır. İnsanlar işsizliğe, baskıya ve yoksulluğa alışmıştır. Devrim kelimesi artık bir hatıra gibidir; fakat unutulmamıştır. Çünkü Mısır’ın hafızası derindir. Bu ülke yorgundur, ama bütünüyle teslim olmamıştır. Yorgun devler bazen sessizdir, ama sessizliği yenilgiden değil, doğru zamanı beklemekten doğar.
Mısır’ın bugünkü hali, bir ülkenin onurla bağımlılık arasında nasıl sıkışabileceğini gösteren en çarpıcı örnektir. Kahire, artık emperyalizmin “denge arabulucusu”dur.
Ama bu denge, adaleti değil, düzenin devamını korumaktadır.
Suudi Arabistan: Sessiz Gücün Petrolü
Suudi Arabistan’ın sessizliği, tarihin en pahalı sessizliklerinden biridir. Petrol zenginliği, ülkeye ekonomik bağımsızlık kazandırmış gibi görünse de, aslında politik bağımlılığı derinleştirmiştir. ABD ile 1945’te yapılan Quincy Anlaşması’ndan bu yana Riyad yönetimi, “petrol karşılığı güvenlik” ilkesine dayalı bir ilişki sürdürmektedir. Washington, Suudi rejiminin iç istikrarını korur; karşılığında Riyad, enerji arzını Batı’nın çıkarları doğrultusunda düzenler.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın “Vizyon 2030” projesi modernleşme görüntüsü yaratmakta, ancak bu modernleşme demokratik bir açılım değil, sermaye merkezli bir imaj dönüşümüdür. Suudi Arabistan’ın sessizliği, ekonomik reformların arkasına gizlenmiş bir politik tutarlılıktır: Batı’yla çatışmadan güçlenmek, ABD’den kopmadan özerklik kurmak. Ancak bu ikili denge sürdürülebilir değildir. Ne tam bağımsızlık mümkündür ne de tam teslimiyet.
Riyad, İsrail’le dolaylı ilişkilerini derinleştirirken, İran’la da diplomatik bir soğukkanlılık yürütmektedir. Çin’in arabuluculuğunda başlayan Riyad-Tahran yakınlaşması, aslında Batı’ya verilen bir mesajdır: “Bizim de başka seçeneklerimiz var.” Fakat bu hamle, sistemin dışına çıkmak değil, yeni bir pazarlık alanı yaratmaktır. Suudi sessizliği, emperyalizmin en kârlı uzlaşı biçimidir; konuşmadan kazanmak, kazanırken bağımlılığı artırmak.
Birleşik Arap Emirlikleri: Paranın Konuştuğu Sessizlik
BAE, bölgedeki en sofistike sessizlik biçimini temsil eder. 1971’deki kuruluşundan bu yana İngiltere’nin gölgesinden çıkamayan Emirlikler, 2000’li yıllarda petrol sonrası döneme hazırlık için finans, teknoloji ve lojistik merkezine dönüşmüştür. Dubai, küresel sermayenin Orta Doğu’daki vitrini haline gelmiştir. Ancak bu parıltılı yüzeyin altında ciddi bir bağımlılık vardır. Abu Dabi yönetimi, Batı’nın stratejik çıkarlarını koruyan bir bölgesel uzlaşı mekanizması gibi çalışmaktadır.
2020’de İsrail’le imzalanan normalleşme anlaşması (Abraham Accords), bu yaklaşımın doruk noktasıdır. Barıştan çok, finansal entegrasyon hedeflenmiştir. İsrail teknolojisiyle Körfez sermayesi birleşmiş, ortaya “jeopolitik yatırım modeli” çıkmıştır. Bu modelde insan hakları, demokrasi ya da Filistin’in kaderi yer bulmamaktadır. Emirlikler, emperyalizmin postmodern laboratuvarı haline gelmiştir: üsler yerine borsalar, tanklar yerine yatırımlar, sömürge yerine sözleşmeler.
Bugün BAE’nin dış politikası, “ekonomik barış” söylemiyle meşrulaştırılmaktadır. Fakat bu barış, halkların değil, elitlerin barışıdır. Abu Dabi sessizdir çünkü sessizliğin getirisi fazladır. Her susuş, yeni bir anlaşma; her tarafsızlık, yeni bir finansal kazançtır.
Sessizlik Barışın Değil, Bağımlılığın Sesi
Orta Doğu’da artık gürültü kadar sessizlik de bir siyasettir. Silahların sesi kadar, suskunluk da emperyalizmin dilidir. Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE, farklı biçimlerde aynı sessizliğin içindedir: korkunun, konforun ve bağımlılığın sessizliği. Onlar kendi halklarının değil, küresel sistemin güvenliğini korumaktadır. Bu ülkeler konuşmadıkça, emperyal düzen daha sessiz ama daha kalıcı hale gelmektedir.
Bu sessizlik, sadece diplomatik bir tercihten ibaret değildir; bir zihniyet biçimidir. “Dengeyi koruma” adı altında benimsenen bu refleks, zamanla bir bağımlılık üretmiştir. Halklar yoksullaşırken, iktidarlar dış yardımlarla ayakta kalmakta; ulusal onur, finansal istikrarla değiş tokuş edilmektedir. Sessizlik artık bir güvenlik politikası değil, bir ekonomik strateji haline gelmiştir. Dışarıdan gelen sermaye, içerideki sessizliği finanse etmektedir. Her yeni yatırım, biraz daha az itiraz; her diplomatik uzlaşı, biraz daha derin bir bağımlılık üretmektedir.
Bu ülkelerin sessizliği, bir coğrafyanın vicdanını ipotek altına almıştır. Filistin bombalanırken sessiz kalan rejimler, Gazze’deki çocukların ölümünü “bölgesel istikrar” gerekçesiyle izlemektedir. Mısır sınırını kapatır, Ürdün açıklama yapmaz, Suudi Arabistan sessiz diplomasi yürütür, BAE yeni yatırım anlaşmaları imzalar. Böylece ahlak, güvenlik masalarında müzakere edilen bir değişken haline gelir. Sessizlik artık tarafsızlık değil, suçun paylaştırılmasıdır.
Fakat tarih boyunca hiçbir sessizlik ebedî olmamıştır. Sessizlik, bastırılmış bir hafızadır. Halklar susar ama unutmamaktadır. Ürdün’deki mülteci kamplarında, Mısır’ın yoksul mahallelerinde, Suudi çöllerinde, Dubai’nin gökdelenlerinde, her yerde aynı sorunun yankısı vardır: “Bu sessizliği kim adına sürdürüyoruz?” Bu soru, bastırılmış bir öfkenin, henüz konuşmamış bir adaletin habercisidir.
Bu coğrafya daha önce de sessizleşmişti. Osmanlı sonrası dönemde Batı mandalarının gölgesinde, “Soğuk Savaş” boyunca kutupların baskısı altında, şimdi ise küresel sermayenin zincirleriyle… Sessizlik biçim değiştiriyor ama özü aynı kalıyor: Bağımlılık. Bağımlılık, yalnızca siyasal egemenliği değil, düşünsel özgürlüğü de çürütmektedir. Bir halk, kendi adına konuşma yetisini yitirdiğinde, artık sadece yönetilmek için vardır.
Yine de umut, sessizliğin içinde biriken o görünmez titreşimdedir. Çünkü tarih, her suskunluğun bir yankısı olduğunu defalarca göstermiştir. Sessizlik uzun sürebilir ama kalıcı olamaz. Halkların hafızası, iktidarların diplomatik sessizliğinden daha derindir. Bir gün bu sessizlik kırıldığında, ortaya çıkacak ses bir öfke değil, bir uyanış olacaktır. Çünkü sessizlikle sağlanan barış, adaletle gelen barış kadar onurlu değildir.
Ve o gün geldiğinde, tarih bu dönemi “sessizlik çağı” olarak değil, vicdanın yeniden konuşmaya başladığı çağ olarak yazacaktır. Çünkü hiçbir istikrar, adaletin yerine konulduğunda kalıcı olamamaktadır. Sessizlik geçici bir güvenlik sağlar, ama bir halkın hafızasını sonsuza dek boğamaz. Gürültüyle kurulan korkular da, sessizlikle sürdürülen rejimler de sonunda aynı duvara çarpar: insan onuru.
Gerçek barış, sessizliğin sürmesiyle değil, adaletin konuşmasıyla mümkündür. Orta Doğu’nun sessiz aktörleri bunu en son fark edenler olacaklardır. Çünkü tarih, önce susanları değil, sonunda konuşanları hatırlamaktadır.
Fotoğraf: (soldan sağa) Ürdün Kralı II. Abdullah, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el-Sisi, Suudi Arabistan’ın fiili lideri Selman bin Abdülaziz El Suud, BAE Devlet Başkanı Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
