“Kanal İstanbul’un değerlendirildiği bilirkişi raporu tamamlandı. Raporda, projenin kentin su kaynaklarını yok edeceği, ekosistemi parçalayacağı ve kültürel mirası tehdit edeceği belirtildi. Deprem, tsunami ve heyelan risklerinin göz ardı edildiği vurgulanırken su güvenliğinin riske gireceği kaydedildi.”
Kanal İstanbul davasında Danıştay’a sunulan ve kısa bir süre önce açıklanan 400 sayfalık bilirkişi raporuna ilişkin haftalık Gazete Kadıköy’ün 2 Ekim tarihli haberinden yukarıdaki ifadeler. Haberde, raporda en dikkat çeken başlıklardan birinin İstanbul’un içme suyu güvenliği olduğuna işaret ediliyor.
2020 yılında gündeme gelen ve güncel davada iptali istenen “ÇED Olumlu” kararına karşı açılan iptal davasında sunulan ve bilimsel bir heyetçe hazırlanan raporda, arkeolojik ve kültür varlıkları konusunda ciddi tesbit ve uyarılar yer alıyor.
Aynı rapora geçenlerde T24’te Çiğdem Toker de dikkat çekmişti. “Kanal İstanbul ÇED raporunda neler yok?” başlıklı yazısında araştırmacı yazarlarımızdan Toker, “Kanal İstanbul, birçok araziyi ve yapıyı su altında bırakacak. İptali istenen ÇED Raporu’na göre etki alanı içinde kalan tarım arazileri ile kullanım amaçlı yapıların tesbiti inşaat öncesi yapılacak” demiş, İstanbul’da geri dönüşü olanaksız zarar verecek olmasına karşın, iktidarın Kanal İstanbul projesinde yapımında direttiğini vurgulamış Toker.
Bu yazıları okuyunca CHP Başkanı Özgür Özel’in her çarşamba İstanbul’un çeşitli semtlerinde düzenlendiği yoğun katılımlı mitingler aklıma geldi. “Bu mitinglerde, Kanal İstanbul projesinin yapılması halinde su kaynaklarının zarar göreceği, sismik ve çevresel risklerin yanı sıra, arkeolojik ve kültürel varlıklarla ilgili kaygılar neden dile getirilmiyor, İstanbullular neden uyarılmıyor?” diye kendi kendime sordum. Keza, “Neden İstanbul’un geleceğine ilişkin tehlikelere işaret eden rapor TV kanallarında, yazılı medyada tartışılmıyor, kamuoyunun dikkatine getirilmiyor?” diye sordum.
Uzmanlar, kentin 20 günlük su ihtiyacını karşılayan Sazlıdere Barajı’nın proje sonrası işlevsiz hale geleceğini belirtiyor. Ayrıca, Terkos Gölü’nün yağmur sularıyla beslenemeyeceği için veriminin düşeceği ve yeni baraj projelerinin gündeme gelmesinin kaçınılmaz olacağı ifade ediliyor.
Raporda yer alan hususlar ve uyarılar İstanbulluların dikkatine getirilmeli, projede ısrar edilmesi halinde ne tür sıkıntılarla, sorunlarla karşılaşacakları İstanbullulara anlatılmalı.
Örneğin, İstanbul’un içme ve kullanma suyuna olan talebin her geçen yıl arttığı kaydedilirken raporda şu bilgilere yer verilmiş:
“İstanbul’un günlük su tüketimindeki artışın başlıca nedenlerinden biri nüfus artış hızının yüksek olmasıdır. 2015 yılında 14,6 milyon olan şehir nüfusu son on yılda 1,5 milyondan fazla artış göstererek 2024 yılında 16 milyona yükselmiştir. Bir yandan yaşam standardı ve nüfus artışına bağlı olarak suya olan talebin her geçen yıl artması, öte yandan iklim değişimi nedeniyle yağışlarda görülecek düzensizlik ve yaşanması muhtemel hidrolojik kuraklık nedeniyle önerilen çözümlerin pozitif etkisi olsa da (inşa edilecek barajların) ihtiyacı karşılaması mümkün gözükmemektedir. ÇED Raporu’nda sunulan önlemler kısmen çözüm olsa da yeterli görülmemiştir.”
Rapora göre, Kanal İstanbul’un inşa edilmesi halinde Küçükçekmece Lagünü (Gölü) de geri dönülmez şekilde zarar görecek. “Sazlıdere Barajı’nın ortadan kaldırılması ile lagündeki tuzluluk seviyesi artacak, lagün özelliğini kaybedecek. Bunun sonucunda biyoçeşitlilik zarar görecek, tür çeşitliliği tamamen değişecek, ortaya çıkan yeni ekolojik şartlarda mevcut türlerin önemli bir kısmı yaşama şansı bulamayacak” uyarısı yapılıyor.
Yeraltı suları bakımından da tablo endişe verici. Raporda, Kırklareli kireçtaşı akiferinin (*) tuzlu suyla dolma riski bulunduğu, bu durumun İstanbul için stratejik önemdeki tatlı su rezervlerini kaybetmek anlamına geleceği belirtiliyor. ÇED Raporu’nda bu risklerin görmezden gelindiği ve yeterli hidrojeolojik modelleme yapılmadığı ifade ediliyor. Uzmanlar, “geçirimsizlik sistemi” adı altında öngörülen teknik önlemlerin bilimsel açıdan uygulanabilirliğinin belirsiz olduğunu, en ufak bir sızıntının bile hem Terkos hem de çevredeki akiferler için geri dönüşsüz kayıplara yol açacağını kaydediyorlar.
Bilirkişi raporunda, Kanal İstanbul projesine ilişkin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecini ayrıntılı biçimde mercek altına alınıyor. Raporda, projenin İstanbul’un su kaynakları, ekolojik dengesi, ormanları ve kültürel mirası üzerinde geri dönülmez tahribatlara yol açacağı tespit edilirken; deprem, tsunami ve heyelan risklerinin ÇED Raporu’nda yeterince değerlendirilmediği, maliyet ve kamulaştırma hesaplarının eksik bırakıldığı belirtiliyor.
Bilirkişi heyeti, tüm bu gerekçelerle 2020 yılında verilen “ÇED olumlu” kararının iptal edilmesi gerektiğini vurguluyor..
ÇED raporunun tarihçesi
Bilirkiş tarafından iptali istenen ÇED Raporu vesilesiyle eski Çevre müsteşarlarından Mülkiye’den sınıf arkadaşım Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış’a ÇED’in tarihçesini sordum. Yaşamış, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kavramını 1970’lerde Türkiye’ye kendisinin getirdiği sistemlerden biri olduğunu anımsatarak, o tarihlerde üzerinde çalıştıkları çevre kanunu taslağının bazı değişikliklerle 1983’te yasalaştığını ancak uygulama yönetmeliğinin 1993’te yayınlanabildiğini ve ÇED’in başladığını söyledi. Bugüne kadar sayısız değişikliğe uğrayan ÇED’in ruhunun zamanla kaybolarak bir bürokratik formaliteye dönüştüğünü belirterek şunları vurguladı:
“ÇED çevresel kalitenin korunması ve geliştirilmesi yolunda bugüne kadar geliştirilmiş en etkili çevresel yönetim, planlama ve karar alma sürecidir. ÇED etkili bir süreçtir. Zira, ÇED kararı kirlilikler henüz ortaya çıkmadan, proje tasarım aşamasındayken ve kaynaklar kesin olarak tahsis edilmeden önce alınması gereken karardır. Bu anlamda, ÇED süreci en ekonomik çevre koruma aracıdır. Kirliliklerin arıtılması gibi oldukça pahalı bir yaklaşım yerine, önerilen projenin kirletme gizil (potansiyel) gücünü önceden görerek ve kestirerek kirlenmenin ortaya çıkmasını önleme hedefine yöneliktir. Böyle olmakla birlikte, uygulamada ve bugüne kadar ortaya çıkan biçimiyle, ülkemizde ÇED süreci farklı, yanlış ve sakıncalı algılamalara da konu olabilmektedir.”
ÇED’in etkili olabilmesi açısından temel ölçütlere ve ÇED raporunun taşıması gereken özelliklere de işaret eden Yaşamış, bu ölçütlere ve özelliklere ülkemizde pek itibar edilmediğine işaret ederek İstanbul Kanalı Projesi’ni örnek gösteriyor. “Çünkü İstanbul Kanalı’nı gerçekleştirecek irade yansız değildir. Çevreyi korumak bu irade için bir endişe kaynağı değildir. Çevre yönetimi gelişmiş ülkelerde sakıncalı durumların ortaya çıkması halinde projeye izin verilmez” diyor. Bu konuda çeşitli ülkelerden örnekler veriyor. Çeyrek asırlık AKP iktidarında pek çok kurum ve kavram için anlam ve önem değişikliğe uğradığı gibi ÇED in anlam ve öneminin değişikliğe uğradığı görülüyor.
Çevreyi korumak mevcut iktidar için bir endişe kaynağı olmayabilir. Çevre iktidarın öncelikli konusu olmayabilir. Kanal İstanbul’un İstanbul’un geleceği için taşıdığı tehlikeleri de mevcut iktidar pek önemsemeyebilir. Bu konular, iktidarın olmasa da muhalefetin öncelikli konuları arasında yer almalı. İstanbul’un geleceği için riskler taşıyan Kanal İstanbul projesi gibi çevresel riskler barındıran her proje konusunda başta CHP, muhalefet partileri toplumu aydınlatmalı, iktidarı uyarmalı. Keza medya ve sivil toplum kuruluşları da bu tür konularda duyarlılık göstermeli.
(*) Akifer: Yeraltının ekonomik olarak uygulanabilir miktarda suyu bir kuyuya veya kaynağa üreten doymuş bölgesi. Örneğin, kum ve çakıl veya çatlaklı temel kaya genellikle iyi akifer malzemeleri oluşturur.
İlgili yazı:
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: