Türkiye’nin dış ve güvenlik politikası, bir kez daha propaganda ile sahadaki gerçeklik arasındaki derin uçurumun sınandığı bir haftayı geride bıraktı.
Milli Muharip Uçak KAAN’ın motoru üzerinden başlayan tartışmalardan, Washington’da Rus enerjisine dair verilen talimatlara ve Gazze için sunulan “barış planı”na kadar uzanan geniş bir yelpazede, iç siyasete yönelik imaj çalışmaları ile uluslararası ilişkilerin soğuk gerçekleri birbiriyle çarpıştı. Bu çarpışmanın merkezinde ise yine aynı soru duruyor: Türkiye, hamasi söylemlerle örülmüş bir algı yönetimini mi, yoksa ulusal çıkarlara dayalı rasyonel bir stratejiyi mi takip ediyor?
Savunma sanayi: Gurur kaynağı mı, propaganda aracı mı?
Haftanın en hararetli gündemi, şüphesiz KAAN projesiydi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, uçağın motorunun ABD’den gelmediği için üretimin durduğunu ima eden açıklaması, iktidarın en önemli “başarı hikayelerinden” biri olarak sunulan savunma sanayi anlatısında bir çatlak yarattı. Savunma Sanayi Başkanlığı’nın düzeltmesi ve ardından gelen “Cumhurbaşkanı’na yanlış bilgi verildi” gibi akla ziyan iddialar, konuyu teknik bir mesele olmaktan çıkarıp tam bir siyasi krize dönüştürdü.
AKP iktidarının, kamuoyunun sorgusuz sualsiz ve büyük bir gururla takip ettiği savunma sanayini bir propaganda aracına dönüştürdüğü sır değil. İHA ve SİHA’ların başarısı üzerinden yaratılan “savaşçı millet” imajı, ülkenin kaynaklarının neden bu alana bu denli yoğun aktarıldığını veya dış politikanın neden bu kadar saldırgan bir dile sahip olduğunu sorgulamayı neredeyse imkansız hale getirdi. Eleştiri getiren herkes anında “milli meselelere karşı olmakla” yaftalanırken, ortada olmayan bir motorla Endonezya’ya uçak satışı gibi pazarlama harikaları, “kasaptaki ete soğan doğramaktan” farksız bir algı yönetimi örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Bu durum, Türkiye için yeni bir aşağılık kompleksi değildir. 1990’larda Mısır’a F-16 satan, 1990’da Kahire’de otomobil fabrikası kuran, 1974 sonrası ASELSAN gibi bir devi yaratan bir ülkenin, bugün sanki her şeye sıfırdan başlıyormuş gibi sunulan projelere bu denli muhtaç bırakılması, asıl milli güvenlik sorunudur. Savunma sanayi, siyasi popülizme malzeme edilecek bir alan değil, kendi disiplini ve gizliliği içinde ciddiyetle yürütülmesi gereken stratejik bir konudur.
Enerjinin kıskacındaki dış politika: Trump’ın talepleri ve Türkiye’nin gerçekleri
Erdoğan-Trump görüşmesinin en somut çıktılarından biri, Washington’ın Türkiye’den Rusya’dan petrol ve doğal gaz alımını durdurma talebi oldu. Bu talep, ilk bakışta Batı’nın Rusya’ya yönelik yaptırımlarının bir devamı gibi görünse de, Türkiye’nin gerçekleri karşısında “uygulanması mümkün olmayan bir talep veya rica” niteliğindedir.
Hatırlanacağı üzere, Türkiye’nin doğal gaz hikayesi 1984’da Sovyetler Birliği ile başladı ve bugün yıllık 50 milyar metreküplük tüketiminin yaklaşık 21 milyar metreküpü Mavi Akım ve Türk Akımı hatlarıyla doğrudan Rusya’dan gelmektedir. Bu denli büyük bir hacmi, önümüzdeki en az 3-5 yıl içinde LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) ile ikame etmek teknik ve ekonomik olarak imkansızdır. Gerekli gazlaştırma tesislerinin kapasitesi, boru gazına göre katbekat yüksek olan LNG maliyeti ve en önemlisi, piyasada bu miktarda anlık gaz bulabilme sorunu, bu talebi kağıt üzerinde bırakmaktadır.
Rusya’nın bu duruma “Türkiye özgür bir ülkedir” şeklindeki soğukkanlı tepkisi, oyunun kurallarını bildiğini göstermektedir. Dolayısıyla Trump’ın bu talebi, Türkiye’yi F-35, CAATSA ve Halkbank davası gibi konularda pazarlığa zorlamak için masaya sürülmüştür, ancak Türkiye’nin bunun tarafı olması görünür gelecekte söz konusu değildir.
Gazze’de değişen rüzgarlar: “Filistin davası”ndan pragmatizme mi?
Görüşmelerin en trajikomik sonucu ise Gazze konusunda ortaya çıktı. Yıllardır Hamas’ın hamiliğini üstlenen, Netanyahu’ya en sert ifadelerle yüklenen ve “Filistin davasını” iç politika malzemesi yapmaktan çekinmeyen Türkiye, Trump’ın masanın başına oturttuğu bir aktör olarak, Hamas’ın kendini feshetmesini öngören bir planın destekçisi konumuna geldi.
Sunulan plan, 1967 sınırlarından, Doğu Kudüs’ün başkent olmasından bahsetmeyen, Gazze’nin güvenliğini tamamen İsrail kontrolüne bırakan ve Hamas’ın silahsızlanarak yok olmasını hedefleyen bir metindir. Türkiye’nin bu plana, Erdoğan’ın X’teki paylaşımla en üst düzeyde destek vermesi ve İbrahim Kalın’ı Hamas’ı ikna için Katar’a göndermesi, şu soruyu sormayı zorunlu kılmaktadır:
Madem bu noktaya gelinecekti, bunca yıldır neden bu kadar yüksek perdeden bir “artistlik” yapıldı?
Bu durum, Türkiye’nin dış politikasının ne denli ilkesiz ve anlık çıkarlara göre şekillendiğinin acı bir kanıtıdır. Gazze halkının acıları üzerinden yürütülen hamasi politika, günün sonunda yine büyük güçlerin çizdiği sınırlara gelip dayanmış ve Türkiye’ye de bu planı Hamas’a kabul ettirme rolü biçilmiştir.
Sonuç olarak, KAAN’ın henüz geliştirilme aşamasındaki motorundan, alımı durdurulamayacak Rus gazına ve Gazze’de yapılan “U dönüşü”ne kadar tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin algı ve gerçeklik arasında tehlikeli bir oyuna sürüklendiğini göstermektedir. Dış politika, iç siyasetteki popülist beklentileri karşılamak için bir imaj sahasına dönüştürüldüğünde, kaybeden ülkenin uzun vadeli stratejik çıkarları olmaktadır.
İlgili yazılar:
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: